24 Aralık 2016 Cumartesi

IŞILTILI YENİ YIL DİLEKLERİMLE:))

IŞILTILI YENİ YIL DİLEKLERİMLE…

BİRİKTİRİLMİŞ DOKUMA HASATLARI;)

Biriktirme, Dokuma ve Hasat…

Yeni yıla yaklaştığımız şu günlerde düşünüyorum…
“Düşünüyorum öyleyse varım” demişti Descartes. Ben de soğuk bir “Aralık” günü pencereden tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi sokağı izlerken buldum kendimi. Bir çocuk, annesinin elinden tutmuş sevinç çığlıkları atarak heyecanla ona az önce geçtikleri dükkanın vitrininde gördükleri oyuncağın ne kadar güzel olduğunu anlatıyor, yaşlı adam torununun koluna girmiş büyük bir keyifle genç kızın okulda yaptıkları çalışmayı dinliyor, bakkalın çırağı büyük bir itina ile yeni gelen gofretleri tezgaha diziyor, karşı kaldırımdan minik bir kedi kuyruğunu sallaya sallaya geziniyor… Kısacası hayat bizimle ama bizden bağımsız seyrinde ilerliyordu.

Hayata, hayatın aralık bir penceresinden bakıyorum. Ben de varım diye geçiriyorum içimden düşündükçe. Varlığımla iyilikler yaratmayı amaçlıyorum. Bunu kendime hayat felsefesi edinmek istiyorum….Herkesin içinde, yüreğinin ta en derinlerinde saklansa da kimi zaman, bir iyilik olduğuna inanmak istiyorum.

Hayat… ne ilginç, ne güzel, ne mükemmel tasarlanmış bir “hasat zamanı” aslında. İçinde güzelliklerle çirkinlikler, iyiliklerle kötülükler, doğrularla yalanlar, yanlışlar birbirine karışmış durumda. Bir bakıyorsunuz belki de artık tam bu son, buraya kadarmış dedirten bir anda karşınıza hiç ummadığınız bir şekilde, hiç beklemediğiniz bir yerden çözümler, umutlar, mutluluklar çıkabiliyor.

El yordamıyla yaşamak belki de bizimkisi. El yordamıyla büyüyor, el yordamıyla öğreniyor, el yordamıyla ağlıyor, el yordamıyla gülüyor, el yordamıyla aşık oluyor, el yordamıyla seviyor, evet bizler el yordamıyla yaşıyoruz. Kendimize güvenip, daha doğrusu duygularımızı dinleyip “yüreğimizin götürdüğü yere” ulaşmayı hedefliyoruz çoğu zaman.

Hayatı hepimiz kendimizce yaşıyor, yaşatıyoruz. Her birimiz elimizdeki malzemelerimizle ilmik ilmik örüyor, dokuyoruz el emeği, el örgüsü bir kazak gibi yaşamlarımızı. ( O anki düşüncem, kendi kendime verdiğim örnek gülümsetiyor beni. Bir çeşit mesleki deformasyon olmalı benimkisi de hiç kuşkusuz. O kadar kazağın arasından verilen örnek de kazaktan, dokumadan başkası olamazdı tabii:))

Ama hoşuma da gidiyor hayatı ipliklerden, renklerden çeşit çeşit farklı örgüden yapılmış trikolara benzetmek. Tıpkı örgü çeşitleri gibi hayatta da basic olan, daha süslü olan ve hatta farklı örgülerin birleşiminden bile oluşan günler var. Peki ya renkler? Hiç düşündünüz mü bugün hangi renk olduğunuzu. Bazı gün bir düşünün mutlaka demişsinizdir: “bugün bana turuncu nasıl güzel gözüktü ya da kesinlikle bu masanın üzerine kırmızı bir süs gerek, veya keşke bu elbisenin laciverti olsaydı hemen alırdım.” Başınızı onaylar gibi salladığınızı görür gibiyim:)

Evet işte hayat, el emeği, göz nuru, ilmik ilmik örülmüş, dokunmuş bir kazak gibi, üzerimize giydiğimizde bizi yansıtan, bizi biz yapan aslında. “ Bize bizi yine bizle anlatan…”

Hayatı elbette bizler belirleyemiyoruz ama ona yön vermek, onu şekillendirmek, güzelleştirmek bence biraz bizim elimizde. Biriktirmek… İşte bu noktada hayatı biriktirebilmeli insan. Hayatı, içindeki güzellikleri, karşımıza çıkan insanları, yaşanılan keyifli anları biriktirebilmeli…Hayal biriktirmek var bir de tabii… Yaşamımıza dair düşlediğimiz, dilediğimiz, gerçekleşmesi için çaba gösterdiğimiz hayallerimiz… Hani insan hayal ettiği sürece yaşarmış düşüncesiyle bakınca da hayaller gerçekleri desteklerken, gerçekler de hayalleri güçlendiriyor.

Bir anlamda “anı koleksiyonculuğu” yapmalı… Çok zor, tüm kötülüklere, çirkinliklere, adaletsizliklere, insafsızlıklara rağmen..Evet hatta bazı anlarda imkansız gibi görünüyor insana ama vazgeçmeden, pes etmeden devam edilebilmeli. Çok mu Polyannacılık olur bilmiyorum ama ben buna gerçekten inanmak istiyorum. Hani efsaneye göre gökkuşağının altında iyilikler, güzellikler vaat eden bir define vardır ya, işte ben bu defineye hayatın içinde denk gelinebileceğine inananlardanım galiba. Belki bir gün…

O anda yılbaşı ağacının ışıkları bana göz kırparken düşüncelerimden sıyrıldım. Akşam olmak üzereydi. Sokaktan geçen hurdacı var gücüyle bağırıyordu: “ Eskiler alıyorum eskiciii…” Eskiler dedim kendi kendime, neydi ki? Belki biraz geçmişimiz, belki biraz anılarımız, yaşanmışlıklarımız, öğrendiklerimiz, hayatın karşımıza çıkardıkları da belki biraz ve tüm bunlara eklediğimiz zorluklardan edindiğimiz dersler, can dostlarımızın bize her zaman, her koşulda verdikleri destek, bize güven veren yürekleri, her yolun o'na çıktığına inandığımız aşklarımız, gönlümüzde büyüttüğümüz sevgilerimiz belki de. Hepsini karıştırıp üzerine eklediğimiz bir tutam mutluluk da işte “hasat zamanlarımızda” hayattan biriktirebildiklerimiz.

Farkında olmadan saatlerce oturmuştum düşüncelerimle, akıp giden yaşamın karşısında. Yerimden kalktım mutfaktan tüm evi mis gibi kaplayan kahveden bir fincan aldım kendime. Tabii yanına da tarçınlı kurabiyelerden almayı ihmal etmedim. Geri dönüp aynı yere, aynı koltuğa, aynı pencere kenarına oturduğumda aynı duygulara sahip olmadığımı farkettim. Farkettim ki hayat, benim için bir ölçü geçmişim, biraz öğrendiklerim, bir miktar anılarım, bol miktarda sağlıklı günler, göz kararı duygularım, içine dahil edilebilecek kadar dostluklarım, paylaştıklarım ve tıpkı az önce ihmal etmediğim kurabiye kadar vazgeçilmezim olan kocaman bir tutam sevgi ile harmanlanmış bir hamur her öğün yesem de bıkmayacağım eşsiz lezzet.

Ya da diyelim ki hayat rasyonel bir denklem. Düz mantıkla dört işlemden oluşan bir hesap… Hayat, öğrendiklerimiz, görgümüz, edindiğimiz deneyimlerimiz, başarılarımız, kariyer tecrübelerimiz, maddi kazançlarımız, manevi kazanımlarımızın, tüm sağlıklı günlerimizin toplamından, korkularımızı. endişelerimizi, yoksunluklarımızı ki bunlar sadece maddi anlamda değil sevgisiz, saygısız kalma olarak da düşünülebilen manevi 'duygusuzluklarımızı' çıkarttığımızdaki sonucu mutluluklarımız ve sevgimizle çarpıp ortaya çıkan iyilik ve güzellikleri dostllarımıza dağıtma ve onlarla yaşamı paylaşma 'becerisidir.'

Sanırım bana hayatı yeni baştan gösteren senenin son günlerinde olmamız, acısıyla tatlısıyla bir seneyi bitirmekte olmamızdı. Yepyeni seneden iyilikle beklediklerimiz, sevinçle umduklarımız, güzel dileklerimiz var. Adı üstünde “yepyeni” bir yıl bizleri bekliyor.

Ben de “her birinize, tüm hayal ettiklerinizin gerçek olacağı, hayatınızın tüm gerçeklerinin de hayal dahi edemeyeceğiniz kadar güzel olacağı yepyeni, pırıl pırıl ışıltılı bir sene olmasını dilerim…”

30 Ekim 2016 Pazar

Güllerin rengi: Turuncu

GÜLLERİN RENGİ: TURUNCU

Eski, Sarı ve Tozlu…

Yine aylardan Eylül olmuştu. Pırıl pırıl güneşli yaz günleri artık yavaş yavaş soluklaşmaya, sararmaya başlamışlardı. Sararıp, solan sarı yapraklar, yemyeşil, çok renkli çiçekli yaz örtüsünün yerini almaya hazırlanıyorlardı. Ve yine aynı sarı yapraklar yere döküldüklerinde aralarından her geçenin ayak sesleriyle çıkardıkları hışırtıyla herkesi selamlıyorlardı.

Sonbaharlar hep hüzünlü olmuştur. Artık sarı renginden mi, sonbaharda gökyüzünün ılıklaşan hava şartlarıyla bulutlanması ile adeta sararmasından mı bilinmez ama sonbaharlar hep hüzünlüdür. Sonbahar manzaraları adeta hep eski, sararmış, tozlu rafların en dibinden aranmış ve artık neredeyse ümit kesilmişken ortaya çıkan bir fotoğraf karesini anımsatırlar.

İşte yine aylardan Eylüldü. Tüm bu sarı manzaranın içinde kendimi, elimde eskilikten sararmış bir fotoğraf çerçevesine bakarken buldum. Fotoğraf sarardığı için mi eskimişti, yoksa eskidiği için mi sararmıştı tam olarak bilemiyordum, ancak bana hissettirdiği duygu, hüzün, özlemle karışmış mutluluktu.

“Şu an keşke o yıllara geri dönebilseydim” diye içimden geçirdim. Fotoğrafta büyükbabam ve ben yüzlerimizde kocaman bir gülümsemeyle şu an gölgesinde serinlediğim ağacımı dikiyorduk. Takvimler eskiyi gösteriyordu ancak o günkü heyecanımı, bir ağaca can vermenin mutluluğunu aynı biçimde bugün yine yüreğimin en derininde hissettim. Öyle keyif almıştım ki o gün, Büyükbabam bunu farketmiş olmalıydı ki beni elimden tuttu çatı katındaki kütüphaneye götürdü. Onca kitabın arasından tozlu rafların gerisinde kalmış “Çiçeklerin renkli dünyası” isimli kitabı bana uzattı.

O günden başlayarak da her gün uzunca bir süre kitabımın sararmış sayfalarının arasında vakit geçiriyor, çiçeklerin resimlerine bakıp her çiçeğe bir duygu yüklüyordum. Mesela salkım söğüt ağacının çiçeği, “yaklaş sana anlatacaklarım var, sır tutar mısın?” der gibiyken, laleler, “affet beni bir hata yaptım, kırdım seni"diyor, güller ise karşılıklı sevgiyi simgeliyorlardı benim için. Çiçekler, bitkiler ve hatta ağaçlar benim işte o dönemki emojilerimdi adeta:)

Başka bir deyişle çiçek ve bitkiler bir süre sonra hayatımın çok önemli vaageçilmez birer parçası haline gelmişlerdi. Ve işte şu an bu bahçede elimdeki fotoğrafa bakarken kendimin bana göre en keyifli mesleği yapabiiği için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Ben bir peyzaj mimarıydım ve "Çiçeklerin renkli dünyası” içerisinde yeralmak, bitkilerin söylediklerine kulak verebilmek ve doğayı günlük hayata dahil edebilmek beni çok mutlu ediyordu. Bir bahçe, bir park yaptığım düzenlemelerle can buluyordu. Çiçekler mekanları renklendirdikçe hayatlarımızın da renklendiğine olan inancım her geçen gün daha da artıyordu.

Tüm bu duygu ve düşüncelerimden çalan telefonun sesi ile sıyrıldım. Telefondaki ses beni Aralık ayında Paris'te düzenlenecek olan “Çiçeklerin renk verdiği hayatlar” konferansına konuşmacı olarak davet ediyor, benim düzenlediğim mekanlarda sıkça dekor olarak kullandığım turuncu güllerin “hikayesini” bu sefer de benden dinlemekten çok memnun olacağını belirtiyordu. O an çok heyecanlanmıştım. Aralık ayında, yeni yıl arifesinde yepyeni umutlarla dolu Paris… üstelik bir de yanımda en sevdiklerim, çiçeklerim de olacaklar… Bu fırsatı değerlendirmeliyim diye düşündüm. Kibarca tekliflerinin beni çok mutlu ettiğini ve dedikleri tarihte aralarında olacağımı bildirdim.

Defalarca gitmiştim Paris'e… Hem gezmeye hem de eşsiz parklarını, bahçelerini, sayısız düzenlemeyi görmeye, hepsinden birEski, sarı, tozlu, gül, turuncuşey öğrenmeye. Öğrennek evet hem de çiçeklerden. O en küçük yaşlarımda büyükbabam bana “Her çiçeğin bir hikayesi var, sen hepsi ile ayrı ayrı sevgiyle ilgilenmeli, sana anlatmak istediklerini dinlemeli, anlamaya çalışmalısın. Anladıkça, hissettikçe göreceksin onlar da senin dünyanı renklendireceklerdir.”

Hikayeleriyle beni sanırım en çok etkileyen turuncu güller oldu. Bahçemizde ilk turuncu gül açınca hemen yanına koşmuş ve büyükbabama dönerek “Büyükbaba gördün mü bizim onu ne kadar çok sevdiğimizi anladı. Bak, benim için en sevdiğim renk olan turuncuya dönüştü”. Tabii ki büyükbabam ekilen gülün renginin zaten turuncu olduğunu biliyor ve küçücük bir kız çocuğunun çiçeklerle ilgili hayallerini kırmamak, bozmamak için beni doğrular gibi onaylayarak başını sallamıştı. O gün anlamıştım ki turuncu güller en sevdiklerimdi.

Seneler geçtikçe çiçekler hakkındaki bilgim artıyor, eski kitaplarla dolu tozlu çatı katından edindiğim o kitap, adeta beni rengarenk diyarlara götürüyordu. Artık biliyordum: turuncu gül, büyüleyici güzellik, hayranlık sembolüydü. İnsanda takdir etme, böylesi bir güzelliği yaşattığı, paylaştığı için de teşekkür etme isteği, minnettar olma duygularını uyandırırdı. Ben de beni büyüleyen turuncu güllerle tanıştırdığı için büyükbabama sonsuz minnet duymaktaydım. Turuncu güller adeta çalışmalarımın birer simgesi haline dönüşmüşlerdi.

İşte aylardan henüz Eylüldü. Mevsimlerden sarı sonbahardı, elimde de eski, tozlu bir fotoğraf… ama benim için ifade ettikleri paha biçilmezdi…

Aylar geçmiş, Aralık tüm ümitleri, yeni yıl telaşı ve her birimiz için her yeni günün hazırlsdığı gibi sürprizlerle gelip çatmıştı. Ben ise Paris'e gidecek olmanın heyecanı içerisindeydim. Paris… herkesin rüyalarını süsleyen görkemli şehir… aşıklar şehri… Benim için bir başka anlamı da çiçeklerimle ilgili daha ilk öğrencilik yıllarımda yapmış olduğum ilk gezinin rotası, bana yol gösteren ilk şehrin Paris olmasıydı. Şehir benim için evet çok önemli, bir başka güzeldi hiç kuşkusuz ama asıl benim için çok daha anlamlı olan, bu şehirde bana rehberlik eden, büyükvabamın candostu olan “çiçek ustası"Monsieur Jean'dı. Monsieur Jean bana gülleri tanıtmış, bana gülleri anlatmış, bana gülleri öğretmiş ve bana gülleri çok sevdirmişti, Merak ediyordum, acaba kendisini aynı dükkanda, yerli yerinde bulabilecek miydim?

Hayal meyal hatırlıyorum: ismi "La vie en rose” idi. İçerisinde güllerle ilgili aklınıza gelebilecek her türlü ürün, eşya bulunabilirdi. Kurutulmuş güllerle bezenmiş cam vazolardan tutun da gül motifli tahta tepsilere, gül ağacından yapılmış oymalı sehpalardan, gül özlü sabunlara aklınıza artık ne gelirse.

Aralık ayında Paris hep canlı, hep çok renkli olmuştur. Bu Aralık'ta da ortalık cıvıl cıvıldı. Yılbaşı öncesi caddeler sanki biraz daha kalabalık, sanki daha da şenlikliydi. Dükkanın olduğu mahalleye Montmartre'a doğru ilerlerken adeta bir çocuk gibi neşeliydim. Eskiden kalma çok tanıdık bir duygu kapladı yüreğimi: Hayatımdan mutluydum hem de çok…

Bir an hızlı adımlarım yavaşladı. “La vie en rose…” Farkettim dükkanın tabelası aynı yerinde duruyordu. Yavaşça aralık kapıdan içeri süzüldüm. Dükkan eskiydi…Rafları tozluydu… En üst rafın üzerinde adeta kırılmasından çekinilerek en tepeye konmuş, her şeyden sakınılarak korunmuş izlenimi veren sararmış bir fotoğraf çerçevesi gözüme ilişti. Fotoğrafta iki genç adam bir gül fidesinin başında neşeyle birbirlerine sarılmışlardı. O an gözlerim doldu. Fotoğrafın sağ köşesinde yer alan delikanlı büyükbabamdan başkası değildi. Ve fotoğrafın zamanı muhtemelen benimle birlikte diktiği ağaçla aynı tarihti, aynı senelerdi… Her şeyin başladığı tarihti. Yanındaki arkadaşı da hiç kuşkusuz dilinden düşürmediği kadim dostu, ve bu dükkanın sahibi olmalıydı.

Yüzümde tüm bu güzel anıların yarattığı sıcacık bir gülümsemeyle dalmışken, tozlu tezgahın ardından bir çift göz bana bakarak, “Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “Fotoğraftaki beyi arıyordum” dedim umutla. Genç adam olduğu yerde doğruldu: “Siz, dedemi nereden tanıyorsunuz, kendisi artık pek evden çıkamıyor da” dedi hüzünlü bir ifadeyle. “ Ben gülleri çok seviyorum, dükkanı eskimeye terk etmek istemedim, artık ben ilgileneceğim gülleriyle” diye ekledi ümitle.

O an yüreğim sımsıcak sevinçle doldu. Demek hayatta halen çiçekleri seven, onlara kulak veren, anlamayan çalışan, onların renkli dünyasıyla kendi dünyasını da renklendirebilen insanlar vardı. “Merhaba” dedim, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle. “Ben de bir gül sevdalısıyım” deyip kendimi tanıttım, kim olduğumu, nereden ne için geldiğimi, büyükbabamı anlattım. Ben anlattıkça genç adam bana giderek daha da tanıdık geliyordu. Bir yarım saat sonunda elimdeki iki kişilik konferans davetiyesini uzattım ve dükkandan ayrılmak üzere izin istedim. “Dedenizle gelebilirseniz gerçekten çok memnun olacağım” diyerek uzaklaştım.

Konferans günü, kalbim öyle hızlı ve yüksek sesle çarpıyordu ki acaba dışarıdan duyuluyor mudur diye bir an şüphelenmiştim:) Saat yaklaştıkça heyecanım artıyor, hayatımı oluşturan güzelliklere, güzel insanlara minnetimi gösterebilme düşüncesi de mutluluğumu ikiye katlıyordu. Tam salonda yerimi almak üzere kapıya yönelmiştim ki, birden arkamdan yaşlıca bir ses adımı seslendi. Gözlerim dolu dolu sesin sahibini hemen tanımıştım: “Monsieur Jean” Evet, ta kendisiydi. “Yoksa seni bu kadar önemli bir gününde yalnız mı bırakacağımı sandın?” dedi. Evvelsi gün dükkanda karşılaştığım genç adam pırıl pırıl bir ifadeyle bana kıcaman bir buket turuncu gül uzatırken “Bu güller, en az sizin kadar hayranlık uyandırıcı. Onlar değerini bilenlerin elinde çok daha güzeller.” dedi.

Artık gözyaşlarımı tutamıyordum. Yaşlı adamın boynuna sarıkdım.“Çok teşekkür ederim, herşey sizin sayenizde"dedim. O an mikrofondan ismim anons ediliyordu. Konuşma sıram gelmişti bile. Elimde turuncu güllerimle kürsüye doğru ilerlerken aklımdan geçen tek düşünce "çiçekler, hele de turuncu güller gerçekten en sevdiklerim” 
olduğuydu.

Eski, sarı ve tozlu bir kitabın sayfalarında tanıştığım güller, hayatımda yepyeni, capcanlı renklerle dolu adeta rengarenk, pırıl pırıl, tertemiz bir geleceğin yapı taşları olmuşlardı. Alkışlar arasında konuşmamı bitirdiğim cümlem, bir ölçüde hayatımın özetiydi: “Une vie entre les roses c'est la vie en rose” (Güller arasında yaşanılan bir hayat, tozpembe bir hayattır.)

Aynalar ve sırları...

Aynalar ve sırları…

Kalabalık, karanlık, aynalar

Bu çarşıyı çok seviyordum. Annemin beni elimden tutup gittiğim her farklı gün, sanki ben farklı bir masal kahramanının masalını yaşıyordum. Baharat kokuları, dükkanların renk cümbüşü, esnafların bağırışları… Hepsi beni adeta büyülüyor, Şehrazat'ın binbir gece masallarına taşıyordu. Seneler sonra yeniden döndüğümde farkettim ki ben hala bu çarşıyı çok seviyorum.

Çocukluğumun çarşı gezilerine dair en önemli anlamı “Numi Dedemin sırlar dünyasıydı”. Benim için çarşı, nasıl kendi aynaları ile özdeşleştiyse Numi Dedemle özdeşleşiyor, anlam kazanıyordu. Numi Dede ki gerçek ismi Numan idi, çarşıdaki bir ayna ustasıydı. Aynaların dilinden anlar adeta onları dile getirir, insanlara aynalarda ne görmek isterlerse onu gösterirdi.

Çarşı, her gün ve günün her saati kalabalık olurdu. Dar geçitlerinde sıralanmış küçük dükkanları arasında gelenler, gidenler hiç eksik olmazdı. Çarşıda hep bir curcuna, hep bir cümbüş olurdu.

Annemle birlikte yine gezmeye geldiğimiz bir gün hatırlıyorum çok susamış, yorulmuştum. Numi Dedem bize su ikram etmiş, bir tabure uzatmıştı azıcık soluklanmamız için. Küçük dükkan karanlıkçaydı, loş ortamda sadece ustanın çalıştığı masanın kenarında işlediği cam levhalardan gökkuşakları çıkmasına sebep olan küçük bir çalışma lambası yanıyordu.

Lambanın karanlık dükkana yaydığı gökkuşaklarının büyüsünün küçük bir çocuk üzerinde yarattığı etkiyi farkeden usta gülümseyerek “Numan Dede'nin sihirli lambası, çok güzel değil mi?” diye sordu ve “sana aynaların sırrını öğreteyim ister misin?” diye ekledi.

Aynalar… Demek aynaların her birinin sırrı vardı. Çocuk aklımla yaptığım bu keşif, seneler sonra geldiğim bu çarşıda çocukluğumu ararken bana aslında aynaların değil de aynalara bakan her insanın bir sırrı olduğunu, ve her aynaya baktığında gördüğünü değil de görmek istediğini aradığını düşündürdü.

İşte Numi Dedemin bu teklifi çocuk beni çok heyecanlandırmış, ve o günden sonra çarşı ziyaretlerimizin sayısını bir hayli arttırmıştı. Adeta aynacılık kursuna gider gibi her haftasonu Numi Dede'nin dükkanına gitmek için ısrar ediyor, çarşının kapısından içeri girdiğimiz andan itibaren de o kalabalık, insan ve renk cümbüşü bana “sırlar dünyama” gidinceye dek eşlik ediyordu. Düşünsenize kalabalık, dar, karanlık sayılabilecek loş sokaklardan geçen küçük bir çocuğun “gökkuşağı dükkanına” ulaşması nasıl da masalsı bir serüvendi.

İşte Numi Dedemin ayna dükkanına gidip gelmem böyle başladı. Yaşım biraz daha büyüyünce artık tek başıma da gidiyor, anne ve babamın yaptığım bir yaramazlıktan ötürü bana kızacaklarını düşündüğüm her fırsatta da “sırlar dünyasına” sığınıyordum.

İlk dersim her aynanın varolan sırrının aslında özünde sadece cam bir levha olan parçanın arkasına önceleri gümüş sonraları alüminyum ya da civa amalgamlardan oluşan incecik metal bir tabakanın sürülerek yüzdeyüz görüntüyü yansıtabilme özelliğine kavuşturulmasıydı.

Şu yaşımda düşünüyorum da cam levhadan ayna olmaya yaşanılan süreç aslında her birimiz için de geçerli. Zaman içinde yaşadığımız, gördüğümüz ve öğrendiğimiz her şeyden kendimize ekleyebileceğimiz sayısız renk var. İşte hepsinin biraraya gelmesiyle de hepimizin yüreğinde engin ufuklara doğru uzanan, ortaya çıkan gökkuşakları olduğu… Aynalarda karşımıza çıkan renkli, cıvıl cıvıl kalabalık insan portrelerinin varlığı…

“Ya evlat, gördün mü işte alt tarafı cam deyip geçmeyeceksin, küçücük bir dokunuşla bak nelere sebep oluyor?” demişti Numi Dedem. Dükkanına her gittiğimde rengarenk ışıklar yansıtan aynaların ardından öğreneceğim çok dersler varolduğunu biliyordum.

Renkler, kalabalık, yansımalar, aynalar arasında pek çok sene geçti. Edindiğim dersler arttıkça büyüyor, büyüdükçe de farklı konularda edindiğim dersler artıyordu. O gün, yine koşar adım ustamın dükkanına doğru ilerliyordum. Ama her günden farklı, her masalsı yolculuktan farklı bir his vardı içimde. Oysa ki bugün Numi Dedeme Güzel Sanatlar Akademisi'ne kabul olduğumun müjdesini verecektim. Ustam bana hep"Güzel olanı sevmekten vazgeçme, güzel olana bağlanmaktan korkma" derdi. Eminim bu haberime çok sevinecekti. Anlam veremedim. Zaten çarşı da bugün herzamankinden daha boş gözükmüştü gözüme. Yaz sıcağını aratmayan sıcak bir sonbahar günüydü. Herhalde sıcaktan dedim tuhaf halimin sebebi kendi kendime.

O kadar anlamsızlaşmıştı ki her gördüğütm, her duyduğum, kulağıma gelen “Numan Usta… yok artık… gitmiş… çok uzaklara…” kelimeleri bile hiçbir şey ifade etmemiş, ancak ayaklarım otomatik olarak adeta bir refleks gibi beni “sırlar dükkanından” tam ters yöne götürmüşlerdi. Giden kimdi, eksilen neydi hiç anlayamamıştım.

İşte çook seneler sonra yine sıcak bir sonbahar gününde yine ayaklarım refleks olarak beni, o en küçük yaşımda dilimin dönmediği için Numan diyemeyip Numi dediğim ve aynalarından yansıttıklarıyla hayatımı renklendiren ustamın “sırlar dükkanının” önüne kadar getirmişlerdi. Dükkanın kapısı aralıktı. Loş odadan dışarıya çok ince bir ışık süzülüyordu. İçeriye girdiğimde herşeyin yerli yerinde olduğunu görmek beni çok şaşırtmıştı. Herşey tanıdık, herşey bilindik… Sanki Numi Dedem de lambasının ardından kafasını uzatacak “Hoşgeldin evlat, gel otur bakalım aynanın bugünkü sırrı neymiş öğrenelim” deyiverecekti. 

Bekledim… Hem de sanırım uzunca bir süre. Hava artık kararmaya başlamış, dükkanın aralık kapısından içeri süzülen gün ışığı yerini komşu dükkanların vitrinlerini aydınlatan ışıklarına bırakmıştı. Tam yerimden kalkmış, ardıma bırakacağım dükkana son bir göz atıyordum ki ardımda neşeli, çok renkli bir ses tonu duydum:“Merhaba, sanırım siz Numan Usta'nın bana çokça anlattığı çırağısınız. Size rastladığıma çok memnun oldum. Benim adım Gizem”. “Evet, sanırım” diyebildim, içimden Numi Dedeme teşekkür ederek. Bana hayatın yepyeni bir gizemini tanıttığı, güzel bir sırrını daha çözdürdüğü için “ben de çok memnun oldum”

Alelade bir cam, küçücük bir dokunuşla içerisinde tüm renkleri toplayarak hayatı bize yansıtmak üzere aynaya dönüşebiliyorsa, bizler de, her birimizin elinde birer sihirli lambamız varmışçasına hayatlarımızı küçücük dokunuşlarla rengarenk gökkuşaklarına dönüştürebiliriz bence, ne dersiniz?:)

17 Eylül 2016 Cumartesi

DELİ MAVİ

DELİ MAVİ

Dingin serin mavilik...


Gökyüzü alacakaranlıktı. Ufuk çizgisinde batan güneş, gökyüzünü turuncu kırmızı bir renge boyamış, lacivert ve morun artan tonlarıysa ayın daha da belirginleşmesini sağlamışlardı. Günün adeta "lacivert" haliydi. Saat artık ailecek hep birlikte sofraya oturma vaktiydi. Evlerin ışıkları tek tek yanmaya başlamış, şen kahkahaların eşlik ettiği keyifli sofra hazırlıkları başlamıştı. Cırcırböceklerinin melodik, neşeli cıvıltıları ise adeta yeni günü müjdeleyinceye dek kulaklardan uzaklaşmışlardı.

Kıyıda oturmuş engin ufukları dalmış izlerken yaşlı adam geçmişini düşündü. Bu küçük Akdeniz kasabasına taşındığı ilk günleri, eşiyle ilk karşılaşmalarını, ilk çocuğunun doğumunu. Bu kasaba, onun hayatının ilk ve en güzel dönemeçlerinin başlangıcıydı.



Bundan seneler öncesiydi. Denize, derin maviye aşık genç adam kendini bu şirin Akdeniz kasabasının mavi panjurlu, beyaz boyalı her birinin kapısında begonviller bulunan evlerinin arasında dolanırken bulmuştu. 

Küçük kağıtta yazılı adresi arıyordu. Gideceği yer bir aile dostunun işlettiği küçük pansiyondu: "Deli Mavi" Adeta bu isim beni anlatıyor diye düşündü genç adam, henüz yirmili yaşlarının başlarındaydı. Sırtındaki çantada birkaç kişisel eşyasının yanı sıra hayallerini, açılmak istediği engin denizleri, ümitlerini taşıyordu. 

Günün henüz "açık mavi" haliydi. Çaylar henüz demlenmiş, mis gibi kokusuyla kahve pişirilmek üzere cezveler ocağa sürülmüşlerdi. Çocuk bağırışlarının keyifli sohbetlere karıştığı dar sokaklardan birinin denize açılan kıyısında aradığı tabela gözüne ilişti. "İşte Deli Mavi yepyeni hayatın" dedi kendi kendine. 

Birkaç saat sonra genç adam kendini ona tahsis edilen kayığın içerisinde engin mavilerde bulmuştu, Akşam yemeği servisine balık yetiştirmesi gerekiyordu. Gün boyu büyük bir sabır ve keyifle en sevdiği işi yapmış, neşe içinde bir kova balığı, ilk günün sonunda işini büyük bir başarıyla bitirmiş olmanın gururuyla mutfağa doğru götürürken aniden adımlarıyla eş zamanlı nefes alıp vermesinin  yavaşladığını adeta kelimelerinin bittiğini sanmıştı. 

Karşısındaki güzellik herhalde hayaldi çünkü gerçek olamayacak kadar narin, zarif, pırıl pırıl duru bir güzeldi. Düşünceleri birden karşısındaki perinin ona "nerede kaldın yetiştiremeyeceğim yemeği" diye çıkışmasıyla bölünmüştü. Genç adam henüz bir cevap veremeden pansiyonun sahibinin ona "demek kızımla tanıştın genç adam" deyişini duydu. Kızı demek bu peri kızı derken buldu kendisini. Neyse ki cümlelerini duyulmayacak kadar kısık bir sesle söylemişti. Zaten genç adam çok istemesine rağmen hiç ses çıkaramamıştı.

Elleri titreyerek kovayı kıza uzatmış ve arkasına bakamadan yanından uzaklaşmıştı. Günün artık "mavi" haliydi. Güneş, ışınlarını denizin üzerine balıkların sırtlarındaki pulların yarattığı ışıltılı sim etkisini yaratırcasına yansıtıyordu. Denizin yüzeyi milyonlarca balık neşe içinde dans ediyormuşçasına dalgalanmıştı bir anda.

Genç adam silkelendi, kendine çeki düzen verdi ve az önce kızdırdığı peri kızının gönlünü almak ve kendisini doğru düzgün tanıtmak için etrafta mis gibi kokan lavantadan bir demet toplamak istedi. Kayığından karaya atladı, gözün alabildiğine yemyeşil, ara ara mor tonlarına bürünmüş çayırlara doğru ilerledi. Yarım saat kadar geçmemişti bile ki elinde kocaman bir buketle mutfağa doğru yöneldi genç adam.

Ancak "tekrar merhaba" diyebildi fısıltıdan hallice bir ses tonuyla. Peri kızı balıkları ayıklamaya koyulmuştu bile. Genç adamı arkasında farkedince "merhaba tam vaktinde yetiştin hemen balıkları temizleyip fırına atmalıyız. Aaa, benim balıkları fesleğenle pişirdiğimi nereden bildin? Çok teşekkür ederim getirdiğin için." dedi ve hemen birkaç balığı temizlenmek üzere genç adama doğru uzattı.

Genç adam ancak çok seneler sonra getirdiği otun aslında fesleğen olduğunu hiç bilmediğini, onun kendisine lavanta buketi getirdiğini sandığını söyleyebilecekti. O anda adeta zaman iki genç için de durmuştu. Karşılıklı tanıdık bir yerde, bilindik bir zamanda, çok aşina biriyle bir bağ kurulmuştu. Artık ikisinin de hayatlarının "mavi" halleriydi.

Nice günler, nice geceler, nice yazlar, nice kışlar birlikte paylaşmışlardı. Oysa İlk çocuklarının doğduğu gün bile hala dün gibi net aklındaydı. Havaların henüz tam olarak ısınmadığı serince bir ilkbahar günüydü. O gün deniz bile adeta sevinçten coşmuş, esen rüzgarla dalgalanmıştı. O günün simgesi oğullarına isim olan "rüzgar"olmuştu.

İşte yaşlı adam esmeye başlayan serin rüzgarla oğlunun doğduğu günü birden hatırlamıştı. Yavaş yavaş yazın bitmek üzere olduğuna işaret eden serin akşam esintisi hayatının adeta en güzel anlarını yeniden yaşatmıştı. Kendilerine göre kurdukları dünyalarında yaşadıkları tüm zorluklara, engebelere rağmen hep sevgiyle birarada olmuşlardı. Düşüncelerinden ayrılması, ardında beliren ve kendisine kollarını iki yana kocaman açmış sapsarı saçlı bir kız çocuğunun ona doğru "mavi dede haydi yemek hazır anneannem seni bekkiyooooorrrr" diye bağırarak koşmasıyla olmuştu. Seneler evvel delikanlılığında kendi kendine yakıştırdığı, tüm hayatını, aşık olduğu maviye adamış bu adama artık kendi canları bie mavi diye sesleniyordu. Gülümsedi yaşlı adam, çantasında beraberinde getirdiği hayallerini gerçekleştirmiş, hayatının ta kendisi haline getirmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Torunu, aynı oğlundan birkaç sene sonra dünyaya gelen, ismi gibi "deniz" gözlü kızının küçüklüğüne benziyordu.

Günün artık "morcivert" haliydi. Tüm aile neşe içinde sofra başında yerlerini almışken tepelerinde çok yıldızlı bir gökyüzü dingin, sakin gecelerini aydınlatıyordu. "Ne kadar şanslıyım" diye içinden geçirdi yaşlı adam. Seneler içerisinde "Deli Mavi" ona hayallerinin, aşkının, hayatının peşinden gitme şansını vermişti. Yaşlı adam "hayatının tüm mavi halleriyle" birlikte sofraya oturdu. Başta eşinin ve ardından tüm çocuk ve torunlarının gözlerinin içine bakarak kadehini "Deli Mavi'ye" kaldırdı. 

25 Ağustos 2016 Perşembe

Toi et moi vers le tout:)



"Un peu de nous
Un rien de tout
Pour se dire encore
Ou bien se perdre en regard. Celine Dion"


Toi et moi font le “nous”
Le “nous” se fond en tout
Le tout inclut le “nous”

Cela implique que:) juste “nous”, nous formons le tout concernant la vie entiere en tout sens: que du “toi et du moi”, “nous” construisons le “tout”.sans un mot le “nous” explique le “tout”

Le tout se complete par l'union du toi et du moi qui forma le “nous”. Quand on devient “nous” le moi et le toi se taisent. Le dialogue s'etablit entre eux a travers le regard. Sans un mot ainsi le “nous” devient le “tout”:)

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Yıldızlı gökyüzü

Sımsıcak bir yaz akşamı. Uzaktan sadece geçen geminin düdük sesi ve çalıların içinde adeta bana eşlik edercesine ses veren cırcır böceklerinin sesleri duyuluyor.

Işıl ışıl gökyüzü içimi aydınlatıyor. Gördüğüm, görebildiğim ve hissedip de, varlığını bilip de göremediğim binlerce yıldız da bana arkadaşlık ediyor o gece.

Çocukluğumdan beri en çok hep yaz mevsimini sevmişimdir. Neden derseniz tam olarak bilmiyorum ama bana kendimi hep mutlu hissetmiştir yazlar



İşte yine öylesi bir yaz gecesi: dingin pırıl pırıl bir gökyüzü altında gemilerin ışıklarıyla süslenmiş bir denizin seyrinde... Bir an sanki bir yıldızın bana göz kırpar gibi kırpıştığını gördüm. Ve o an içimden tüm sevdiklerimi geçirdim. Aklımdan, yüreğimden eksiksiz hepsini

Ve dedim ki: aslında her insan bir yıldız. Her yönüyle, her anlamda eşsiz, biricik, tek. Gökyüzünde de görünen bir yıldızın bir eşi daha yok. Tüm yıldızlar güneşten aldıkları ışıkları bizlere yansıtıyor,  hepsi birden biraraya gelince heryer ışıl ışıl oluyor 
 
Tam da o anda bir bulut kaplıyor gökyüzünü. Pırıl pırıl olan gökyüzü birden engin bir karanlığa bürünüyor. Bekliyorum... Bliyorum ki bu sadece bir bulut. Bulut geçecek ve ardından yine ışıl ışıl yıldızlar yerlerini alacaklar başımın üstünde:) 

Vee nitekim sanki beni duymuşlar gibi gök perde aralanıyor ve yıkdızlar birer birer beliriyorlar



İşte sanırım yaşam da böyle: ışığın içinde gölge, gölgenin içinde ışık... Adeta bir "gölge oyununun" içinde bir ışık kümesi...Her nesnenin parlaklığının diğer tarafa yansıttığı gölgesi olsa da aydınkıkta her biri gölgesiz. İşte ne insanlar var ışıl ışıl aydınlıkken gölgelenmeye çalışılan, ve de ne insanlar var ki "gölge adam"lıktan bir anda parlayan. Aslında gölge olan her yerin ardında mutlaka onu oluşturan, varken yok da edebilen bir ışık kaynağı vardır. Kısacası hayatın tüm zorluklarına, yaşadığımız tüm olumsuzluklara rağmen sevdiğimiz ve bizi seven insanlar ne mutlu bize ki hissedebildiğimiz ölçüde hep yanıbaşımızdalar. 

Sanırım benim çocuk kalbim böyle ışıltılı anlarda hep kulağıma birşeyler fısıldıyor: bu pırıl pırıl yaz gecesinde de diyor ki: "Her insan eşsiz bir yıkdızdır, herkesin kıymetini bilmek gerek"

Bol yıldızlı sevgiyle kalmak dileğiyle...

29 Temmuz 2016 Cuma

Trivia Cracks

Trivia Cracks…

Bu aralar herkesten çok sık bu oyunun methini duydum. O kadar çok konuşulur oldu ki ben de çok kısa bir süre önce uygulamayı yüklemiş, kendimi oyunu heyecanla oynar buldum:)

Oyun gerçekten keyifli. Ya bu oyunu yüklemiş arkadaşlarınıza ya da uygulamanın sizi eşleştirdiği kişilere karşı oynuyorsunuz. Amaç oyunun size sunduğu altı kategorideki karakterleri biriktirip tüm “kadroyu tamamlamak” bu kategorileri merak ettiyseniz hemen sıralayayım: Bilim, coğrafya, tarih, spor, sanat ve eğlence…

Geçen gün büyük bir heyecanla oyunun sorularını tespit için çevrilen rengarenk çarkıfeleğin durmasını beklerken bir an aslında bu oyunun neden beni bu kadar cezbettiğini keşfettim.

Çarkıfelek dönüyor, döndükçe de tüm renkleri bir renk karmaşası renk cümbüşü halinde göz alıyor ve bir anda bana hayatın renkli yüzünü tüm gerçekliği ve “bilgeliğiyle” sunuyordu. Trivia Cracks işte hayatın ta kendisi… Kiminiz belki de çok abarttığımı düşünebilirsiniz. İçinizden alt tarafı bir genel kültür oyunu kısa zamanda bilinmesi gereken farklı sorular ne var ki ne hayatı diyebilirsiniz:)

Kendinizce haklısınız belki ama bir düşünsenize oyunun kategorilerinde hayatımızın her evresinde yaşadığımız olay, olgu, duyguya ilişkin bilgi ve öğreti mevcut…

Mesela bilimi ele alalım doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız bedenimizi bize tanıtan sağlık, tıp biliminden tutun da ortaokul, lise dönemimizin korkulu rüyası fizik biliminden, yaz mevsiminde her çocuğun olduğu gibi hiç kuşkusuz bizim de dikkatimizi çekmiş olan ateşböceklerinin yaşamlarını öğrenmek için o en küçük yaşta bile başvurduğumuz “çiçek böcek” bilimi biyolojiden , periyodik cetvel sayesinde tanışıklığımızın başlayıp, sonrasında acaba bu parfüm içeriğini nasıl elde edebilirize kadar getirdiğimiz (belki bu sadece benim için geçerli olmuştur) kimya bilimine kadar uzayan çok geniş bir yelpaze. Bu tabii sadece bilim…

Coğrafya kategorisi desek, bize yaşadığımız ilçeden, yaşadığımız ile, ülkemize, merak ettiğimiz, görmek istediğimiz yabancı diyarlara, dünyaya hatta güneş sistemi, galaksilere dair çok çeşitli farklı konularda bilgilerimizi tazelememize neden oluyor. Hatta belki de düşünsenize bir de bakmışsınız bir sonraki seyahatinizin, tatilinizin destinasyonu belirlenmiş, programı gezilecek görülecek yerleri bile planlanmış:)

Ya da tarihi düşünelim. Tarih dediğimiz şey tabii ki sadece devletler tarihi ile sınırlı değil. Bu çerçevede yaşayan toplumların ilkçağlardan günümüze yaşanmışlıkları, toplumsal, siyasal, kültürel politikaları olduğu kadar bu süreçlerde ortaya çıkan akım ve bu akımların savunucularını kapsayan nice olguyu karşımıza çıkmaktadır İşte belki de hayatımızda kendimize ders aldığımız, ideallerimizi şekillendirdiğimiz çerçevenin ana temaları yeniden çıkıyor karşımıza.

İşte artık oyunda hız kazandık derken karşımıza aktif, enerjik spor kategorisi çıkıyor. Bu kategoride her türlü spor dalına ilişkin her türlü bilgi edinebiliyorsunuz. Belki de bu kategori zamana karşı yarışılan bir oyunda hareketli yapısıyla bizim hızlı hayata en çabuk uyum sağlamamıza yardımcı olan kategoridir:) Kimbilir belki spor dalındaki hobimizi seçmeye de yardımcı olacaktır:)

Peki ya sanat kategorisi? Bu kategori de ruhumuza hitap eden, kültürel kişiliğimizi renklendiren, şekillendiren, gerek müzik, gerek resim, gerek edebiyat ve diğer tüm güzel sanatları bize yeniden keşfettiren bir kategori. Oyun sırasında çok ünlü bir şairin, yazarın birkaç satırını veya ünlü hir bestecinin birkaç notasını duyar ya da ünlü bir ressam veya heykeltraşın bir eserini görür gibi olabiliriz. Ayrıca sinemada nice duygularla izlediğimiz bir filmin hatıraları bizi eski anılara da döndürebilir. Sanatın her dalı bizi kendi derinliklerimizle tanıştırabilir.

Ve derken eğlence… İşte hayatın tüm zorlukları, karışıklıkları, koşturması içerisinde bizleri azıcık da olsa bu telaştan uzaklaştırıp, bizi birkaç dakikalığına olsa da şenlendiren, adeta kafamızı dağıtmaya yardımcı olan kategoridir.

Bizi bize tanıtan bilim, çevremizi bize tanıtan coğrafya, kendi geçmişimizi, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi anlatan tarih, enerjik yapısı ile bizi hareketlendiren spor, yaratılan eserler ışığında bize güzeli, doğruyu öğreten sanat ve hepsini adeta bir neşeli etkinlik havasına sokan eğlence kategorilerinin oluşturduğu Trivia Cracks. Aslında hayatın kendisi de tam olarak böyle bir karışım değil midir?:)

“Hayat, her anında bize her yeni başlayan günde yeni sürprizler yaşatan bir oyundur”

Not: itiraf etmeliyim artık hayatın hızlı temposu içerisinde vakit ayıramamaktan mı yoksa farklı şeylerle ilgilenip bu konuya vakit ayıramamış olmaktan mı bilemiyorum ama bu yazıyı yazmak bir hayli uzun sürdü:) Başlangıç tarihinden son noktayı koyduğum tarih arasında geçen süre oldukça uzundu. Anlatacağımı anlamak ve anladığımı anlatmak çok da kolay olmadı:)

Sizce de artık Trivia Cracks ile hayatın benzerliği tezim daha da doğrulanmış, ispatlanmış olmuyor mu? Hayatı anlatıncaya kadar yaşamak güzeldir, hem de en güzelinden yaşamayı bilirse insan, işte o zaman daha da en güzeli olur:)

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Erguvan mevsimi






 



ERGUVAN MEVSİMİ…

Bu ilkbaharda Saffet Emre Tonguç'u dinleyip “sadece İstanbul'da yaşamayıp İstanbul'u yaşamaya karar verdim”. Evet, İstanbul'u yaşayacak, keşfedecektim. Bende bu hissi ilk uyandıran, seyrine zaten hiç doyamayacağım bu mevsimde erguvan çiçekleriyle daha da süslenmiş “İstanbul Boğazı” oldu.

Nisan ayı ortalarından Mayıs ayı başlarına kadar erguvan renkli bir masal yaşar İstanbul…

Erguvan “ışık ağacıdır,”

Anavatanı Güney Avrupa ve Batı Asya olan erguvan ağacı yapraklanmadan önce nisan sonu, mayıs başında yalnızca birkaç haftalığına baharın müjdecisi kabul edilen morumsu pembe renkte çiçekler açar. Aydınlık, sıcak coğrafyaların ışık saçan ağacıdır erguvan.

Erguvan, İstanbul'u, özellikle de İstanbul Boğazını kendine has mor rengine büründürür. Bizans imparatorlarının kıyafetlerinde kullanılan bu mor renk, doğal yollarla üretilen en zor renk olduğu için, tarihi yönden de bir zenginlik ve güç belirtisi olarak algılanmasından kaynaklanan bir önem taşımaktadır.

Erguvan, baharın müjdecisidir… Erguvan “ bahar ağacıdır.”

Yaklaşan baharın doğadaki telaşının en baş temsilcisidir. Tıpkı bir genç kızın sevdiğini gördüğünde hislerini açığa vuran pembe yanakları gibi, erguvanlar da sabırsızlıkla hasret gidermeyi bekledikleri bahara yaklaşırken doğaya yansıttıklarıdır bu pembe tonlar.

Baharla birlikte herşey adeta yenilenir. Yepyeni ufuklarda yaşanılacak yepyeni başlangıçlar… Erguvan bir yandan baharın içimizde yarattığı yeni başlangıçların habercisi iken diğer yandan sabırla yaşanmayı beklenilen nice sevdaların temsilcisidir.

Erguvan “aşk ağacıdır.”

“Tam 30 kez erguvanlar sensiz açtı. Tam 30 senelik benim hasretim. 30 senedir sadece senede birkaç hafta senden bir iz doğada. Erguvanlardı en sevdiğin Boğaz'da hatırlıyorum o günlerden kalma” demişti orta yaşlı adam tüm içtenliğiyle karşısındaki hanıma duygularını açıklarken izlediğim bir film repliğinde.

Erguvan, kısacık ömründe büründüğü renkleriyle insanı masalımsı diyarlara götürür, kurdurduğu hayallerle nice sevdalar yaşatır. Bu açan pembe çiçeklerle, şehrin, Şehrazat’ın masalları gibi, görkemli ve masalsı duruşuna aşık olur insan bu mevsimde…

İşte yine mevsimlerden “erguvan mevsimi”. Kısacık ama bir o kadar da değerli, kıymetli… Bazı duyguların bize yaşattıklarının süresinden çok yoğunlukları önemlidir, Bir kelebek misali adeta bir görünüp bir kaybolan erguvanlar, saf aşkın yakın takipçileridir.

Kuşkusuz “İstanbul'u yaşamak” için en güzel mevsim. İşte ben de güneşli, pırıl pırıl bir ilkbahar sabahında Kabataş'tan hareket eden tur teknesiyle yaşamaya başladım İstanbul'u. O gün sanki İstanbul bir başka güzel, sanki benim için bir başka süslüydü erguvan renkli kolyesiyle. Teknemize neşeli çığlıklarıyla martılar yol gösterirken, mis kokan havasıyla bu güzel şehir içimize işliyordu.

Avrupa yakasında Beşiktaş Yahya Efendi Dergahı üzerinden başlayan ve Yeniköy'e kadar devam eden erguvanlar yoğun olarak Rumeli Hisarı'nın sağında ve solunda görülebiliyor. Anadolu yakasında ise Paşalimanı'nda başlayan erguvan ağaçları, Beykoz'a kadar uzanıyor.

Erguvanlar karadan ise Fethi Paşa Korusu, Kanlıca civarı ve Beykoz İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sosyal Tesisleri, Özgürlük ve Fenerbahçe parkları, Avrupa yakasında Rumelihisarı, Yıldız Korusu, Emirgan Korusu, Eyüp yamaçlarında görülebiliyor.

Tur programı kapsamında, Boğaz kıyısındaki tarihi binaların tarihçelerinin yanı sıra, her iki yakayı süsleyen yalıların hikayeleri ve sahiplerinin yaşamları hakkında da bilgi edinme fırsatı bulnuştum. Acaba sizler de Boğaz'da erguvan turuna katılarak doğanın sevdasına ortak olup, nice güzelliklerle süslü masal diyarlarını keşfetmek ister miydiniz?😉

Boğaz'daki İstanbul turları hakkında detaylı bilgi için Aslı Özlen 0532 296 96 22 numaralı telefonu arayabilirsiniz.

“Tam 30 kez erguvanlar sensiz açtı. Tam 30 senelik benim hasretim. 30 senedir sadece senede birkaç hafta senden bir iz doğada. Erguvanlardı en sevdiğin Boğaz'da hatırlıyorum o günlerden kalma"

12 Nisan 2016 Salı

-LUK ÜÇLEMESİ-3: Bir yudum mutlu-LUK

Bir yudum mutlu-LUK

Çocukça bir sevda, bir hayalin peşinden gitmek midir bilmiyorum mutluluk istemek ama haydi gelin bir çocukluk yapalım ve bir çocukluk hayalimizi gerçekleştirelim: Bir yudum mutluluk olsun hedefimiz…

Peki tam olarak nedir mutluluk? Nasıl ve ne şekilde tarif edilebilir ki? Kuşkusuz hepimize göre hatta her farklı anımıza göre de değişecektir açıklamamız.

Kimi zaman bir kuşun kanat çırpışında, kimi zaman esen ılık bahar melteminde saklanacaktır. Bazen de dumanı tüten bir fincan kahve keyfinde ya da dostlar eşliğinde dinlenen eşsiz müziğin birkaç notasının arasına gizlenecektir. Ya da sağlıkla başlanılan bir günün her anında... Ancak bu mutlu anları farketmek hayat telaşı içinde hiç de sandığımız kadar kolay değildir.

Yaşam akıp giderken her birimiz kendimize göre bir bol-LUK, çok-LUK bulma telaşına düşüp hayatımıza hoş-LUK katmaya uğraşırız. “İçimizdeki muzur çocuk” bu mutluluk arayışımızda en temel destekçimizdir. Bize güç veren, bizi biz yapan güzellikleri barındıran günlerden bir dost gibi…

“Çocuk- LUK, cenneti yaşadığımız şu anda yaratır. O, mutluluk aramaz çünkü mutluluğun ta kendisidir.- Louis Pauwels”. İşte, başlangıçtan bu yana tüm zor- LUKlara rağmen mutlu olmaya inancımızı kaybetmemeliyiz. "Mutluluk, aslında daima yakınımızdadır, yakalamak için çoğu zaman elimizi uzatmak yeterli olacaktır.. – George Sand"

Yaşadığımız her gün karşımıza türlü türlü sürprizler çıkarmaktadır. Hepsi bizi herzaman iyi hissettirmese de en azından bize hayatı deneyimleme şansı vermektedir. Yaşadığımız her anda bizi mutluluk hedefimize ulaştıracak ipuçları mevcuttur. 

Bir yandan da unutmamalıyız ki, "insan kendi kendinin mutluluğuna engel olmak yolunda fevkalade beceriklidir Andre Gide" Mutsuz olmak son derece kolaydır, eminim ki hiç zorlanmadan her birimiz kendi hayatlarımızdan çeşitli nedenler gösterebiliriz mutsuz olmak için. Ancak asıl zor olan mutlu olabilmektir.

Her koşulda bizi mutluluğa ulaştıracak anları keşfedebilmektir zor olan. "Mutluluk varacağımız bir istasyon değil, bir yolculuk biçimidir.Charles de Montesquieu" Bu yolcu- LUK süresince, nice dost- LUKlar kurar, kendimizce uygun bulduğumuz doğru- LUK yolundan ilerler, belli bir olgun- LUK seviyesine ulaşmış bireyler olarak bir kusursuz- LUK arayışına yönleniriz. Yolculuğumuz kimi zaman yalnız, kimi zaman çok kalabalık, kimi zaman deniz kenarında, kimi zaman engebeli arazilerde, kimi zaman güneşli, kimi zaman fırtınalı havalarda sürer gider. 

Nice yazları nice koşlar, nice yağmurları güneşli, ılık bahar günleri izler. Şartlar değişse de değişmeyen içimizdeki çocuktur aslında. "İnsan, yedlslnde ne ise yetmişinde de o'dur." sonuçta. "İnsanların mutlulukları ya da mutsuzlukları, kaderin olduğu kadar da karakterlerinin eseridir.- La Rochefoucauld". Şüphesiz, seneler geçmekte ancak idealler, hayaller, korku ve tutkular şekil değiştirseler de özde aynıdırlar. Böylelikle,"mutlu yaşam, tutku ve korku üzerinde mantığın ve düşüncenin elde ettiği bir zafer olarak karşımıza çıkmaktadır. – Lucius Annaeus Seneca".

Bu zaferi kazanmak hiç kolay değildir. Zoru başarmak, hayatımıza dair o anlık birtakım "öncelik"lerimizden fedakarlıklarda bulunmamızı da gerektirecektir. Mutlu olmak için mutsuzluğu da bilmek gerekir. Ancak böylelikle,"küçücük bağışlarla büyük mutluluklar kazanmak büyüklüğün bir ayrıcalığı olacaktır.- Friedrich Nietzsche" Birçok insan belki de,mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur

İçimizdeki çocukla hayatın içindeki - LUK maceramız artık amacına ulaşmak üzeredir. Yaşadığımız serüvende, "niceliklerden nitelenen"anlarla, anılarla yaşamımızı şekillendirip, renklendirmeye uğraşırız. "Mutluluğu tatmanın tek çaresi onu paylaşmaktır.- Byron" Mutluluğumuz paylaştıkça çpğalacaktır.

Çocukça bir sevda, bir hayalin peşinden gitmek midir hala bilmiyorum mutluluk istemek ama haydi gelin bir çocukluk yapalım ve bir çocukluk hayalimizi gerçekleştirelim: Bir yudum mutluluk olsun hedefimiz…








5 Nisan 2016 Salı

-LUK ÜÇLEMESİ 2: Zorunlu-LUKtan doğan sorumlu-LUK halinin yarattığı muzur-LUK

Hayatın içinden... -LUK ÜÇLEMESİ

Zorunlu-LUKtan doğan sorumlu-LUK halinin yarattığı muzur-LUK


İşte bizler, yüreğimizde düşlerimizle her birimiz çocukluğumuzun ardından adeta uçan kazımızın kanadına tutunan Nils, ya da yeldeğirmenlerine karşı korkusuzca savaşan Don Kişot misali hayat maceramıza atılırız. İçimizdeki çocuk artık kahraman olmaya hazırdır. 

Hayatın içinde çocuk "ağaç misali .ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse,o kadar kök salar yere .."-Nietzsche. Oyun oynadığı ağaç evler bundan böyle ona tüm sorumluluklarını, yapması gerekenleri hatırlatır. Yeni hayatında çocuk daha çok çalışacak, daha çok didinecek belki daha da çok koşturacaktır ve er ya da geç anlayacaktır ki "sorumluluk büyük olmanın bedelidir." (Winston Churchili)

Çocuk belki de çoğu zaman şaşıracaktır. Onca zamandır hayalini kurduğu, kahramanı olduğu masalı böyle mi devam edecekti, bu kadar mı zorlu sınavlar bekliyordu onu?. Ama çocuk biliyordu her ne olursa olsun tüm zorlukları aşacak gücü kendisinde bulacaktı. Bunu kendi için yapacaktı. "Sorumluluk,başkalarına verdiğimiz sözlerin yanı sıra, kendimize verdiğimiz sözleri de yerine getirmek demektir." Andre Gide

Gerçek hayat masal alemlerinden çok farklı bir yermiş meğer diyordu çocuk. Burada herkes kendi doğrusunun peşinde hayatını kurmaya çalışıyor.  "Her doğru, insana bir sorumluluk, her fırsat bir zorunluluk ve sahip olduğu her şey de ona bir görev yüklüyor." (John D. Rockefeller Jr.) Doğrularımızın, ideallerimizin, yüreğimizden geçirdiğimiz düşlerimizin peşinden koşarken işte tam da bu anda bir de bakmışız kendimizi sorumluluklarımızın doğurduğu zorunluluk ya da zorunluluklarımızın yarattığı sorumluluk çıkmazı arasında bulmuşuz. 

Tabii çocuk, hangi yaşa gelirse gelsin aklı hep oyunda. Bir oyunla, bir pyunda şekillenen hayallerinde. Çocukluğumuz zorunluluklarımız ve sorumluluklarımız arasında sıkışıp kalmıştır. Hayatın bizlere öğrettiği "önceliklerimizin zorunluluklarımızdan daha büyük olamayacağı, ve haklarımızın, sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz sürece korunduğudur." (John F. Kennedy) İşte yine kurtarıcımız, çocuk ve kendine verdiği sözler olacaktır. 

Büyüdükçe çocuğun hayata karşı zorunlulukları artacak sorumluluklarını yerine getirdiği ölçüde ise "haklı" duruma geçecek ideallerine doğru emin adımlarla yoluna devam edebilecektir. İnsanın "bilinci onun yol göstericisi, hayatında yönünü bulmasını sağlayan pusulası, hayatın içinde sorumluluklarının sınırlarını belirlemede ona yardımcı olan özgür iradesidir." Manifeste pour la Terre et l'Humanisme - Pour une insurrection des consciences (2008) - Pierre Rabhi

Artık biliyoruz ki "her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur. " Dostoyevski. 

Ancak "insanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur." Friedrich Nietzsche. İçimizdeki muzur çocuk bize ta derinimizden göz kırparken hayat karşımızda tüm çeşitliliği, tüm görkemi, tüm haşmeti ile duruyordu. Defineye ulaştıran haritanın ipuçları gibi bize, mutluluğa ulaştıracak ideallerimizi başarmanın yollarını da veriyordu. Evet hayat zordu, aşılacak çok engel, geçilmesi gereken nice sınav vardı ama artık biliyorduk ki "hiç kimse, hem sorumluluk hem de umutsuzluk hissine aynı anda kapılamazdı."Antoine de Saint Exupery. Biliyorduk ki yağan her yağmurun ardından güneş açacak, gökkuşağı çıkacaktı. Acaba gökkuşağının altında bir hazine var mıydı? Bence içimizdeki çocuğun hatırına bir bakmaya, bir denemeye değer ne dersiniz?:))

3 Nisan 2016 Pazar

-LUK ÜÇLEMESİ: Çocuk -LUK: Herşeyin başlangıcı


Hayatın içinden... -LUK ÜÇLEMESİ

Çocuk -LUK: Herşeyin başlangıcı


Hayatımızın hiç kuşkusuz dönüp ardımıza baktığımızda koşulsuz şartsız en rahat, en özgür, en mutlu olduğumuz dönemi... "Çocukluk insanın hayatı boyunca mutluluğu yaşam tarzı olarak benimseyebildiği tek dönemdir. Paule Saint-Onge"

Evet öyleymiş. Miş çünkü hayat akıp giderken bunu öğretiyor insana, İçindeyken hep hemen büyümek istenilen büyüyünce de sürekli geriye dönebilmeyi düşlenilen bir dönem...

Çocuk kelime anlamı olarak "bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde bulunan insan" demektir. Her çocuk kendi geniş hayal dünyasında ya sihirli değneğiyle etrafa iyilikler, güzellikler saçan bir prenses peri, ya da süper bir kahramandır dünyayı kurtaran. Etimolojik yönden de çocuğun sözcük kökeni çuçak "cüce" [ Pavet de Courteille, Dictionnaire Turc Oriental (1500 yılından önce) anlamına gelmesi, akıllara acaba "Pamuk prenses ve yedi cüceler" masalı ile ilişkisi olabilir mi sorusunu getirmiyor değil:) İşte aslında her birimiz kendi masallarımızın kahramanlarıyız bir ölçüde.

Gerçeklerle yüzleşmemiz genelde ilk "artık çocuk değilsin"cümlesiyle başlar, ve Graham Greene'in de dediği gibi "geleceğimiz, çocukluğumuzun bir anında bulduğu açık kapıdan içeriye girmesine izin verdiği ölçüde hayatımızı şekillendirir." Ve bizler kendimizi hayatın içinde kendi merkezlerimizde kendi masallarımızı yaşayan çocuklar olarak buluruz.


Kabul etsek de etmesek de içimizdeki çocuk hayat yolculuğunda herzaman yanımızda tıpkı kadim bir dost gibi yer alır. Bazen sesi bize çok uzaklardan ılık bir bahar sabahında bizi güne uyandıran kuşların cıvıltısı gibi bazen de yüreğimizin en derinine işleyen müziğin notaları gibi yanıbaşımızdan duyulur. Merak ediyorum neden çocuk yönümüzün bizim bir parçamız olduğunu kabul etmek bu kadar güç? Bu küçük masal kahramanları hayatımızı kurtarabilecekken neden bizi bu kadar korkutuyorlar?

Korkmak mı hem de bir çocuktan demeyin. Öyle olmasa neden bir çocuğun ysptığı ancak beğenmediğimiz bir durum karşısında "çocuk aklı işte daha mı iyi bilecek"diyor, ya da " çocuktan al haberi" deyip asıl ana kaynağın neresi olduğunu bilsek de gerçekliği konusunda kimi zaman tereddütte kalabiliyoruz. 

Yaşlar biraz daha büyüdüğünde yaptığımız her hareketi, hatta yaşadığımız her duyguyu bile bir mantığa, bir şekle, bir "normalliğe" dönüştürmeye çalışıyoruz. Bu kalıpların dışında her kalanı da "sakın çocukluk etme, aşkolsun deli misin?" diye tenkid ediyoruz. Demek ki anladığım kadarıyla büyüdükçe işler giderek daha karmaşık bir hal alıp "içimizdeki çocuk aşkı tattığında bizler deliriyor, aşık olan çocuk delidir" yaklaşımına daha çok inanıyoruz. Hatırlatmalıyım ki "deli" sözlük anlamı olarak "aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, davranışları aşırı ve taşkın olan, çılgın, bir şeye, bir kimseye aşırı derecede düşkün olan" demektir. Bir çocuğa bunca sorumluluk yüklemek bu noktada bir hayli düşündürücü:) Bazı durumlarda kabul aşk, mantığı  hiçe saydığı ölçüde bir "delilik" göstergesi olabilir ama çocuğun bu aşk çıkmazında pek de bir kabahati yoktur:)

Hani bazen sorar ya insanlar kinayeli, imalı bir şekilde "çocuk musun" diye, her seferinde var gücümle, tüm kalbimle inanarak "evet tabii ki, aklın yaşta değil başta olduğunu ne de çabuk unuttunuz" demek gelir. 
İçimizdeki çocuğun sesini duymak hayatın tüm zorluklarına rağmen bize herzaman iyi gelecek, hayatın her anında çocuk olabilmek ve çocuk kalmak felsefesi ise bizi adeta yeniden masal aleminin kahramanına dönüştürecektir. Çünkü unutulmamalıdır ki, çocukluğun sisleri ardında kalan rüyalarımız herzaman içimizde, en derinimizdedirler.- Paul Geraldy- 5 Aralık 1921

1 Nisan 2016 Cuma

Paros- Nisan 2016 Karanlıkta diyalog






 


İşte böyledir ki "Büyük harflerle başlayan aşk", bir "Karanlıkta diyaloğa" dönüştü:) 


Karanlıkta Diyalog…

Gayrettepe metro istasyonundan her geçtiğimde, kapılarını 2013 yılında ziyarete açmış, lansmanı “daha önce hiç görülmemiş” şeklinde yapılan, metro istasyonunun sergi alanının bir kısmına kurulmuş bu serginin ne kadar “olağandışı”, ne kadar ilginç olduğunu sonsuz bir öğrenme merağı ile kendi kendime düşünürdüm.

Gerçekten tam olarak neydi bu “Karanlıkta Diyalog”?

O gün, eve döner dönmez ilk işim bilgisayarın başına geçmek, ve merağıma daha fazla engel olmaksızın konu hakkında araştırmaya koyulmak olmuştu. Ve farketmiştim ki, bulduğum sonuçlar beni daha çok uzun süre etkisi altına alacaktı. İşte, bugün hala her geçen gün artan ziyaretçi sayısıyla sergilenmeye devam eden projeyi sizinle de paylaşmak istiyorum.

Karanlıkta diyalog, tanıtımını “unutamayacağınız bir deneyim, sizi İstanbul’un sembolü haline gelmiş tüm kentsel mekanlarıyla bir araya getirecek, ancak tümüyle karanlıkta! İstanbul’u; İstanbul’a özgü o eşsiz ses, koku, doku ve sıcaklıklarıyla “görme”nin yeni yollarını keşfedeceğiniz” deneyimsel sergi olarak yapmaktaydı. Ziyaretçilerden beklenilen, “koşullamaları ardlarında ve önyargılarını da kapıda bırakıp; gerçekten müthiş bir zamanı deneyimlemeye hazır olmalarıydı”. Tamamen karanlıkta, görme engelli,rehberler eşliğinde yapılan bir İstanbul gezintisi… 

Bu noktada serginin gezilmesi benim için de kaçınılmaz bir merakla kaçırılmaz bir fırsattı. Hemen Biletix'ten biletimi aldım ve gideceğim günü sabırsızlıkla beklemeye başladım. 

Peki, acaba bu proje ilk nerede, kim tarafından, ne sebeple açılmıştı?

Yaptığım kısa araştırma beni, sayısız uluslar arası ödül kazanmış olan, , Almanya’daki European Business School’da sosyal ticaret dersleri veren felsefe uzmanı Prof. Dr. Andreas Heinecke'e ulaştırmıştı. Andreas Heinecke, bu projesinin temelinde "bir radyo istasyonunda çalışırken, bir kaza sonucunda görme duyusunu kaybeden bir görme engelliyle karşılaşmasını, ona önce acıma duygusu hissedip nasıl davranması gerektiğini bilememiş olmasının" bulunduğunu belirtmektedir. Ancak, Heinecke,kısa sürede “görmeyen insanların görenlerin sahip olmadığı birçok özelliğe sahip olduklarını"anlamıştır. Böylelikle, genç adam prpfesörün adeta "hayata dair eğitmeni", onun farklılıkların ötesine geçerek neler yapabileceğimiz konusunda düşünmesine sebep olmuştur. Projeyi,ilk kez 1988 yılında Almanya'da hayata geçiren Heinecke, 1995’te ilk sosyal girişimini başlatmış, o günden beri kendini, "insan karşılaşmalarında oluşan boşluklar/iletişimsizlikler arasında köprüler kurmak için yeni yollar bulmaya” adamıştır.

Sergi ,dünya üzerinde 135 kentte 8 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Türkiye'de de Karanlıkta Diyalog, İstanbul Social Enterprise tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğini yapıp, ana sponsorları Turkcell ve İstanbul Ulaşım AŞ'nin destekleriyle İstanbul'da halen devam etmektedir.

Ve işte sergi günü gelip çattığında ben de hayata dair öğreneceklerim konusunda son derece heyecanlıydım. Karanlık, gerisini bilemediğimiz, bize ne sağlayacağını kestiremediğimiz, risk almaya cesaret edemediğimiz kısacası ardını “göremediğimiz” durumları kapsıyor aslında… peki yagördüklerimizin yanında göremediklerimiz ya da “farkedemediklerimiz”? Bu sergi bana “görmenin yeni yollarını öğretecekti”, biliyordum.

Tavsiye edildiği gibi biletimin üzerinde yazan seans saatinden yaklaşık 15 dk önce sergi alanında yerimi almıştım. 10 kişilik bir gruptuk, Toplandığımız ilk giriş salonunda bizden tüm şahsi eşyalarımızı, elektronik, ışık verebilecek parlayan, fosforlu eşyalarımızı bizlere güvenli bir şekilde tahsis edilen kilitli dolaplara koymamız istendi. Yanımıza sadece biraz para almamız önerildi: "deneyimimizi sonlandırmaya yakın bir keyif molası verilebileceği" söylendi. 

Görme engelli rehberlerin yol göstericiliğinde, sadece elimizde klasik beyaz bastonlarımızla İstanbul’u görmeksizin "görmeye" hazırlandık. Rehberimiz önce, kısaca beyaz bastonumuzu nasıl kullanmamız gerektiğini anlattı. Sergiye başlarken hepimiz arka arkaya dizildik. Rehberimiz bizi içeriye girerken sol tarafımızda bulunan duvarı elimizle dokunarak hissedip yolumuzu bulmamızı sağladı. Sesi son derece güven vericiydi, devamında adeta bizlere sesiyle "ışık tutacaktı." Bizi rahatlatarak endişe etmememizi, ihtiyaç anında her türlü bize yardımcı olacaklarını, gerekirse bizi erken çıkışa da her an ulaştırabileceklerini belirtti. 

Artık hepimiz hazırdık. Ve işte karanlık... Hem de en ufak bir ışık kaynağı olmaksızın "tam karanlık"... Önce hepimiz sanki daha dikkatlice baksak birşeyler görebilecekmişiz hissine kapılmış olsak da bir süre sonra artık direnmeyip, kendimizi diğer duyularımızı keşfedip keyif almaya bıraktık. 

Uzaktan kulağımıza kuş cıvıltılarına eşlik eden neşeli çocuk kahkahaları çalınıyor, mis gibi çiçek kokularının arasından bir parktan geçiyoruz. Ardından kendimizi, satıcıların gür seslerinin alışveriş yapma telaşında olan kalabalığın gürültüsüne karıştığı pazar neydanında buluyor, rehberimizin uyarması ile dokunarak sebze ve meyveleri algılıyoruz. 

Birden burnumuza mis gibi deniz kokusu geliyor. Yürüyerek vardığımız deniz kıyısında rehberimiz bizi yapacağımız deniz yolculuğuna dikkat çekip motora binerken adımlarımıza dikkat etme konusunda bizi ikaz ediyor. Sonrasında kendimizi kalabalık koşuşturması içinde, meydandaki büfelerden gelen iştah açıcı kokular, caddenin gürültüsü eşliğinde Taksim'de buluyor, tramvaya binip gezimize Tünel'e doğru devam ediyoruz. Oradan cıvıl cıvıl karmaşası yemek kokularıile bizi bekleyen Eminönü ve civarları. Geçtiğimiz yollarda rehberimiz bizi arabalar konusunda uyarıp, dokunarak algılamamıızı, yürüyüş sırasında geçtiğimiz köprünün altından akan suyun şırıltısını hissetmemizi tembihliyor. 

Gezimizin  bir sonraki durağı sinema oluyor. Sinema evet yanlış okumadınız sinema. Ancak bir tek farkla: Her türlü karenin tüm detayları ile tasvir edildiği ses sineması. Bir diğer durağımız ise Diyalog Cafe, Gezı sırasında rehberimizin bizimle çeşitli vesilelerle paylaştığı "görme engelli olmanın pratik idare yollarından" biri olan kabartmalı görme engelli alfabesini kullanarak yanımıza almış olduğumuz paralarla kendimize bir içecek alıyoruz. Tüm grup adeta karanlığa alışmıştık. İçeceklerimizi yudumlarken yaklaşık bir buçuk saat sürmüş ama bizlere kısacık gelmiş olan gezimizi neşeyle değerlendirmeye koyulmuştuk bile.

Bizler, İstanbul'u "görmenin ötesinde görmüş, herşeyi hissetmiştik." Özünde anlatılmak istenen aslında beş duyumuzun hepsiyle bizim bir bütün olduğumuz ve yaşamın böylelikle beş beşlik(!) güzel ve anlamlı olduğuydu.

Her ayrıntının en ince detayına kadar düşünülmüş olan ( gerek serginin yaratacağı etkiyi pekiştirecek ses, koku, doku efektleri, gerekse de çocuk ya da yardıma ihtiyacı olan, tekerlekli sandalye kullanan ziyaretçilerin rahatlığının sağlanması vb,) bu eşsiz deneyimlemede kuşkusuz en büyük başarı faktörü tüm gezi boyunca bizim güvenlik ve rahatımızı sağlamaya çalışan rehberlerdedir. 

Son derece etkileyici bir sosyal fakındalık projesi olan ve "görmenin yeni yolların keşfedin. Unutmayın öğrenmenin tek yolu karşılaşmaktan geçmektedir." sloganı ile ortaya çıkan bu sergi, beni derinden etkiledi. Hayatımızda karşılaştığımız insanlara empati kurarak karşılıklı güven duygusu kapsamında daha duyarlı olmayı ve yaşadıklarımız, "gördüklerimize" karşı daha farkında olmamızı hatırlattı. 

Eve dönerken yaşadığım deneyimin bende yarattığı farkındalıkla aklımdan "bakarak görmek mi yoksa görerek bakmak mı" acaba asıl mesele hangisi diye geçiriyordum:)

İşte kendimizde “farkındalık” yaratmak için karanlıkta başlayan bu diyalog, aslında bize hayatın ta kendisini öğretiyor: gördüklerimize gönül gözüyle de bakmayı, karşımızdaki insanları can kulağıyla dinlemeyi, yaşadığımız her anın tadını çıkarmayı, hayatı içimize çekip tüm benliğimize sığdırmayı, iç sesimize de kulak verip sevgiyle yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmeyi…



Not:

Sergi adresi  Gayrettepe Metro İstasyonu Sergi Alanı
Esentepe Mah. Büyükdere Cad. İstanbul, Türkiye 34394 olup, 
sergi hakkında tüm detaylı bilgiler için bkz:
info@dialogistanbul.com



19 Mart 2016 Cumartesi

Yazının yazısı

Herşey o kadar ani oldu ki bir anda hem de hiç beklenmedik bir anda... Kendim de şaşırdım. O kadar şaşırdım ki sizlere bir merhaba bile diyemeden girdim okuduğunuz satırların arasına. Adeta kapı çalmadan bir odaya girmiş hatta odada bulunanları selamlamadan yoluna devam etmiş gibi hissettim kendimi. Bu satırları kendime aracı bilip sizlere selam ve saygılarımı iletmek istedim.

Bugüne kadar yazı yazmanın benim için bu kadar önemli ve hayatımın vazgeçilmez bir parçası olduğunu bilmiyordum. Evet yazı yazmayı seviyordum ama karşımdakilere de duygu ve düşüncelerimi böylesine derinden aktarabildiğimi hiç düşünmemiştim. Aslında itiraf etmeliyim ki yazdıklarımı da hiç kimseyle paylaşmamıştım bu güne dek...


Ancak farkettim ki sözcükler de "paylaştıkça artıyor, katlanıyor ve daha da anlamlı" bir bütüne dönüşüyorlar. Hani denir ya insanlar konuşa konuşa anlaşırlar... Doğru hem de çok. Konuşmasını, anlatmasını ve tabii bir de anlatılanı anlamasını bilene. Acaba bizi anlamayanlara kendimizi anlatmayı bir de yazarak mı denesek??:)

Yazmak... Kelime kökü yaz-ı... Bana ilk çağrıştırdığı şu an yaz oldu tıpkı mevsim gibi. Belki çocukluğumdan aklımda kalan tekerleme yüzünden:)) ( yaza yaza yaz geldi.) Kıpır kıpır, cıvıl cıvıl enerji dolu... Yazmak insanın aklından, kalbinden geçeni içinden geldiği gibi yazması yazabilmesi ve bunu dilediğince yazadurması:)) yok yaza- durmak sadece fiilde kalsın, Yazılar hiç bitmesin ki insanlar arasında nice güzelliklerle sağlam ilişki köprüleri kurulsun.

Hayatta tesadüflere inanır mısınız? Hani insan şaşar, tesadüfün böylesi der. O anda orda bulunmak, o anda o kişiyle karşılaşmak. O anda o sözü söylemiş bulunmak ve hatta o anda o yazıyı yazmış olmak. Hepsi bir tesadüf olabilir. Ama o tesadüfleri hayatımızın bir parçası yapabilmek işte o bizim elimizde. Demek ki bizim tanışma hikayemiz de böyle olmuş oldu. Tesadüf eseri. İlk tanışmadaki parfümün yarattığı etki gibi bu hikayede de satırlar,  ilk izlenimi veren ve sonradan hep hatırlatacak olanlardı. Hayat serüveninde türlü "tesadüflerin" bizi çeşitli "satır aralıklarında" buluşturmasını diliyorum. 

Önce ses vardı, sonra sözcük oluştu, sözcükler yanyana geldiler söz oldular vee sözler yazıya döküldükçe de hayat buldular. Hep varoldular, paylaşıldıkça ise de hayat verdiler. İşte hayatı güzelleştirmek için bu noktada bize düşen görev, cümlelerimizi güzel sözcüklerle kurmak, güzel sözler paylaşmak😉, böylelikle güzel ilişkiler kurmak, hayata kendimizden güzel anılar bırakmak, Baki gibi " Bu gök kubbede bir hoş sada olmak"...:)😉

Karanlıkta diyalog

Karanlıktan korkar mısınız? Belki bir kısmınız evet bir kısmınız hayır diyecektir. Bana sorarsanız sanırım ben "artık korkmamayı öğrendim."  Benim asıl merak ettiğim karanlıktan korkanların “neden” korktukları. Neden derken korkularının sebeplerinden çok ki bu, bence herkese göre farklılaşabilir, tam olarak ne'den korktukları.

Karanlığa hepimizin yüklediği anlam farklı. Kimimiz çocukluktan kalma bir ürkme, kimimiz bir bilinmezlik olarak alırken karanlığı, kimimiz ise arkasına saklanarak görünmez olmaya çalıştığımız bir kalkan olarak görüyoruz. Bizi korkutan karanlık değil emin olun: bilinmezlik. Karanlık gerisini bilemediğimiz, bize ne sağlayacağını kestiremediğimiz, risk almaya cesaret edemediğimiz kısacası ardını “göremediğimiz” durumları kapsıyor aslında…

GÖRMEK… Bakarak görmek mi yoksa görerek bakmak mı? Sadece görmek peki yeterli mi? Peki ya diğer duyularımız? Herhangi birini bir diğerine tercih etmek mümkün mü düşünülebilir mi hiç? Hadi gördük gördüğümüzü duymaz, koklamaz, tatmaz ya da hissetmezsek biz “tam” olur muyuz? Evet bize kalsa tamızdır çünkü biz görüyoruzdur… Ama gördüklerimizin yanında göremediklerimizi unutmuyor muyuz?

 
İşte karanlıkta diyalog sergisini ilk okuduğumda aklımdan geçenler bunlar olmuştu. Sergi, dünya üzerinde 135 kentte 8 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Karanlıkta Diyalog, İstanbul Social Enterprise tarafından Aralık 2013'te İstanbul'da kapılarını açmış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğini yaptığı proje, ana sponsor Turkcell ve İstanbul Ulaşım AŞ'nin destekleriyle Gayrettepe metrosunda halen ziyaretçilerini ağırlamaya devam etmektedir. 

Özünde anlatılmak istenen aslında beş duyumuzun hepsiyle bizim bir bütün olduğumuz ve yaşamın böylelikle beş beşlik(!) güzel ve anlamlı olduğu.


Tamamen karanlıkta, görme engelli,rehberler eşliğinde yapılan bir İstanbul gezmesi… Kimilerinizin 'ay, yok nasıl olur ben dayanamayabilirim" dediğini duyar gibi oluyorum. Ama inanın bunun bir deneyimleme olduğunu kendinize hatırlatarak, en azından çok değil küçük bir zaman dilimini karşınızdaki "farklıyı" tanımaya, anlamaya ayırabilirsiniz belki de. 

Orhan Veli bile “dinlemiş İstanbul'u gözleri kapalı” Şiirini her okuduğumda adeta denizin kokusu burnuma geliyor, martıları duyar gibi oluyorum uzaktan. Yaşamın bize hissettirdikleri bir anda çeşitleniyor bambaşka diyarlara götürüyor. O diyarları merak edeni, “görmek” isteyeni tabii. İnsanlar genelde bakarken görmeyi tercih ediyorlar. Böylesi çok daha kolay… Hiç zora girmeden, hiçbir sorumluluk almadan kimseye bağlanmadan yollarına devam etmeyi seçiyorlar.

Oysa, "göremediğimiz" bir durumla karşı karşıya kalırsak önce durumumuzu netleştirmek için öğrenmeli, bilemediğimiz durumlarda fikir almalı, yardım rica etmeli, tüm cesaretimizi toplayıp(!) karşımızdaki insana güvenmeliyiz. Güven duygusu… Adeta günümüzde yokolmaya yüz tutmuş gibi. İnsanlar adeta karşılarındakilere güvenmedikleri gibi karşılarındakilerin de kendilerine güvenmemelerini isterler. 

İşte sergi bir yandan beş duyumuzla yaşamayı bize öğretirken bir yandan da bizlere unuttuğumuz güven duygusunu hatırlatıyor.

 
Kimin neye nasıl baktığı ve tam olarak neyi niçin gördüğünü anlamak çok zor. Bu durum tamamen isteğe bağlı gelişiyor sanırım. İnsan önce bakmak istemeli, sonrasında da ne gördüğünü algılamak anlamak istemeli. İletişim işte tam da o anda karşılıklı farkındalık sonucunda kuruluyor. Hiç düşündünüz mü hayatın akışı içerisinde karşılaştığınız tuhaf, farklı herhangi bir durumun açıklamasının " afedersiniz çarptım ama sizi farkedememişim" ya da " kusura bakmayın eliniz havada kaldı sanmayın ki tenezzül etmiyorum elinizi algılayamamışım" veya " selam vermedim size evet ama sandığınuz gibi ben ukala bir insan değil görme zorluğu yaşayan biriyim" olabileceğini hiç düşğnmeden karşımızdakine kızmadan önce...

Peki iletişimin kurulduğu noktada etrafın aydınlık ya da karanlık olmasının bir önemi var mıdır? Karşılıklı farkedilince aydınlanmaz mı insanın içi, bir insanı karanlıktan aydınlığa taşımak bizim elimizde değil midir? Onu içinde bulunduğu karanlıktan çıkarmak bizi de daha aydınlığa götürmez mi? Ya da karanlıkta olduğumuzda bize uzanan bir eli tutmak bizi aydınlık güzelliklere ulaştırmaz mı?

Bu o kadar zor birşey mi? Günümüzde paylaşılan bir derdin sözcükleri, istenilen bir yardımın sesi  havada asılı kalsbilir uzun süre hiç duyulmadan sadece tarafların hayatlarını zora sokmamak için. Böylelikle zaman içerisinde diyaloglar adeta sessiz, renksiz, cansız monologlara dönüşebilmektedir.

Zor olan insanın sevdikleri ile synı anda aynı yöne bakabilmesi ortamını apaydınlık yapabilmesidir. Böylelikle "sevmek birlikte aynı yöne bakmak olacaktır". Bir düşünün, eminim siz de benim gibi size her karanlıkta kaldığınızda ışık olacak insanlar bulacaksınız yanıbaşınızda. 



İşte kendimizde “farkındalık” yaratmak için karanlıkta başlayan bu diyalog, aslında bize hayatın ta kendisini öğretiyor: gördüklerimize gönül gözüyle de bakmayı, karşımızdaki insanları can kulağıyla dinlemeyi, yaşadığımız her anın tadını çıkarmayı, hayatı içimize çekip tüm benliğimize sığdırmayı, iç sesimize de kulak verip sevgiyle yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmeyi…