Karanlıktan korkar mısınız? Belki bir kısmınız evet bir kısmınız hayır diyecektir. Bana sorarsanız sanırım ben "artık korkmamayı öğrendim." Benim asıl merak ettiğim karanlıktan korkanların “neden” korktukları. Neden derken korkularının sebeplerinden çok ki bu, bence herkese göre farklılaşabilir, tam olarak ne'den korktukları.
Karanlığa hepimizin yüklediği anlam farklı. Kimimiz çocukluktan kalma bir ürkme, kimimiz bir bilinmezlik olarak alırken karanlığı, kimimiz ise arkasına saklanarak görünmez olmaya çalıştığımız bir kalkan olarak görüyoruz. Bizi korkutan karanlık değil emin olun: bilinmezlik. Karanlık gerisini bilemediğimiz, bize ne sağlayacağını kestiremediğimiz, risk almaya cesaret edemediğimiz kısacası ardını “göremediğimiz” durumları kapsıyor aslında…
GÖRMEK… Bakarak görmek mi yoksa görerek bakmak mı? Sadece görmek peki yeterli mi? Peki ya diğer duyularımız? Herhangi birini bir diğerine tercih etmek mümkün mü düşünülebilir mi hiç? Hadi gördük gördüğümüzü duymaz, koklamaz, tatmaz ya da hissetmezsek biz “tam” olur muyuz? Evet bize kalsa tamızdır çünkü biz görüyoruzdur… Ama gördüklerimizin yanında göremediklerimizi unutmuyor muyuz?
İşte karanlıkta diyalog sergisini ilk okuduğumda aklımdan geçenler bunlar olmuştu. Sergi, dünya üzerinde 135 kentte 8 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Karanlıkta Diyalog, İstanbul Social Enterprise tarafından Aralık 2013'te İstanbul'da kapılarını açmış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğini yaptığı proje, ana sponsor Turkcell ve İstanbul Ulaşım AŞ'nin destekleriyle Gayrettepe metrosunda halen ziyaretçilerini ağırlamaya devam etmektedir.
Özünde anlatılmak istenen aslında beş duyumuzun hepsiyle bizim bir bütün olduğumuz ve yaşamın böylelikle beş beşlik(!) güzel ve anlamlı olduğu.
Tamamen karanlıkta, görme engelli,rehberler eşliğinde yapılan bir İstanbul gezmesi… Kimilerinizin 'ay, yok nasıl olur ben dayanamayabilirim" dediğini duyar gibi oluyorum. Ama inanın bunun bir deneyimleme olduğunu kendinize hatırlatarak, en azından çok değil küçük bir zaman dilimini karşınızdaki "farklıyı" tanımaya, anlamaya ayırabilirsiniz belki de.
Orhan Veli bile “dinlemiş İstanbul'u gözleri kapalı” Şiirini her okuduğumda adeta denizin kokusu burnuma geliyor, martıları duyar gibi oluyorum uzaktan. Yaşamın bize hissettirdikleri bir anda çeşitleniyor bambaşka diyarlara götürüyor. O diyarları merak edeni, “görmek” isteyeni tabii. İnsanlar genelde bakarken görmeyi tercih ediyorlar. Böylesi çok daha kolay… Hiç zora girmeden, hiçbir sorumluluk almadan kimseye bağlanmadan yollarına devam etmeyi seçiyorlar.
Oysa, "göremediğimiz" bir durumla karşı karşıya kalırsak önce durumumuzu netleştirmek için öğrenmeli, bilemediğimiz durumlarda fikir almalı, yardım rica etmeli, tüm cesaretimizi toplayıp(!) karşımızdaki insana güvenmeliyiz. Güven duygusu… Adeta günümüzde yokolmaya yüz tutmuş gibi. İnsanlar adeta karşılarındakilere güvenmedikleri gibi karşılarındakilerin de kendilerine güvenmemelerini isterler.
İşte sergi bir yandan beş duyumuzla yaşamayı bize öğretirken bir yandan da bizlere unuttuğumuz güven duygusunu hatırlatıyor.
Kimin neye nasıl baktığı ve tam olarak neyi niçin gördüğünü anlamak çok zor. Bu durum tamamen isteğe bağlı gelişiyor sanırım. İnsan önce bakmak istemeli, sonrasında da ne gördüğünü algılamak anlamak istemeli. İletişim işte tam da o anda karşılıklı farkındalık sonucunda kuruluyor. Hiç düşündünüz mü hayatın akışı içerisinde karşılaştığınız tuhaf, farklı herhangi bir durumun açıklamasının " afedersiniz çarptım ama sizi farkedememişim" ya da " kusura bakmayın eliniz havada kaldı sanmayın ki tenezzül etmiyorum elinizi algılayamamışım" veya " selam vermedim size evet ama sandığınuz gibi ben ukala bir insan değil görme zorluğu yaşayan biriyim" olabileceğini hiç düşğnmeden karşımızdakine kızmadan önce...
Peki iletişimin kurulduğu noktada etrafın aydınlık ya da karanlık olmasının bir önemi var mıdır? Karşılıklı farkedilince aydınlanmaz mı insanın içi, bir insanı karanlıktan aydınlığa taşımak bizim elimizde değil midir? Onu içinde bulunduğu karanlıktan çıkarmak bizi de daha aydınlığa götürmez mi? Ya da karanlıkta olduğumuzda bize uzanan bir eli tutmak bizi aydınlık güzelliklere ulaştırmaz mı?
Bu o kadar zor birşey mi? Günümüzde paylaşılan bir derdin sözcükleri, istenilen bir yardımın sesi havada asılı kalsbilir uzun süre hiç duyulmadan sadece tarafların hayatlarını zora sokmamak için. Böylelikle zaman içerisinde diyaloglar adeta sessiz, renksiz, cansız monologlara dönüşebilmektedir.
Zor olan insanın sevdikleri ile synı anda aynı yöne bakabilmesi ortamını apaydınlık yapabilmesidir. Böylelikle "sevmek birlikte aynı yöne bakmak olacaktır". Bir düşünün, eminim siz de benim gibi size her karanlıkta kaldığınızda ışık olacak insanlar bulacaksınız yanıbaşınızda.
İşte kendimizde “farkındalık” yaratmak için karanlıkta başlayan bu diyalog, aslında bize hayatın ta kendisini öğretiyor: gördüklerimize gönül gözüyle de bakmayı, karşımızdaki insanları can kulağıyla dinlemeyi, yaşadığımız her anın tadını çıkarmayı, hayatı içimize çekip tüm benliğimize sığdırmayı, iç sesimize de kulak verip sevgiyle yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmeyi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder