12 Nisan 2016 Salı

-LUK ÜÇLEMESİ-3: Bir yudum mutlu-LUK

Bir yudum mutlu-LUK

Çocukça bir sevda, bir hayalin peşinden gitmek midir bilmiyorum mutluluk istemek ama haydi gelin bir çocukluk yapalım ve bir çocukluk hayalimizi gerçekleştirelim: Bir yudum mutluluk olsun hedefimiz…

Peki tam olarak nedir mutluluk? Nasıl ve ne şekilde tarif edilebilir ki? Kuşkusuz hepimize göre hatta her farklı anımıza göre de değişecektir açıklamamız.

Kimi zaman bir kuşun kanat çırpışında, kimi zaman esen ılık bahar melteminde saklanacaktır. Bazen de dumanı tüten bir fincan kahve keyfinde ya da dostlar eşliğinde dinlenen eşsiz müziğin birkaç notasının arasına gizlenecektir. Ya da sağlıkla başlanılan bir günün her anında... Ancak bu mutlu anları farketmek hayat telaşı içinde hiç de sandığımız kadar kolay değildir.

Yaşam akıp giderken her birimiz kendimize göre bir bol-LUK, çok-LUK bulma telaşına düşüp hayatımıza hoş-LUK katmaya uğraşırız. “İçimizdeki muzur çocuk” bu mutluluk arayışımızda en temel destekçimizdir. Bize güç veren, bizi biz yapan güzellikleri barındıran günlerden bir dost gibi…

“Çocuk- LUK, cenneti yaşadığımız şu anda yaratır. O, mutluluk aramaz çünkü mutluluğun ta kendisidir.- Louis Pauwels”. İşte, başlangıçtan bu yana tüm zor- LUKlara rağmen mutlu olmaya inancımızı kaybetmemeliyiz. "Mutluluk, aslında daima yakınımızdadır, yakalamak için çoğu zaman elimizi uzatmak yeterli olacaktır.. – George Sand"

Yaşadığımız her gün karşımıza türlü türlü sürprizler çıkarmaktadır. Hepsi bizi herzaman iyi hissettirmese de en azından bize hayatı deneyimleme şansı vermektedir. Yaşadığımız her anda bizi mutluluk hedefimize ulaştıracak ipuçları mevcuttur. 

Bir yandan da unutmamalıyız ki, "insan kendi kendinin mutluluğuna engel olmak yolunda fevkalade beceriklidir Andre Gide" Mutsuz olmak son derece kolaydır, eminim ki hiç zorlanmadan her birimiz kendi hayatlarımızdan çeşitli nedenler gösterebiliriz mutsuz olmak için. Ancak asıl zor olan mutlu olabilmektir.

Her koşulda bizi mutluluğa ulaştıracak anları keşfedebilmektir zor olan. "Mutluluk varacağımız bir istasyon değil, bir yolculuk biçimidir.Charles de Montesquieu" Bu yolcu- LUK süresince, nice dost- LUKlar kurar, kendimizce uygun bulduğumuz doğru- LUK yolundan ilerler, belli bir olgun- LUK seviyesine ulaşmış bireyler olarak bir kusursuz- LUK arayışına yönleniriz. Yolculuğumuz kimi zaman yalnız, kimi zaman çok kalabalık, kimi zaman deniz kenarında, kimi zaman engebeli arazilerde, kimi zaman güneşli, kimi zaman fırtınalı havalarda sürer gider. 

Nice yazları nice koşlar, nice yağmurları güneşli, ılık bahar günleri izler. Şartlar değişse de değişmeyen içimizdeki çocuktur aslında. "İnsan, yedlslnde ne ise yetmişinde de o'dur." sonuçta. "İnsanların mutlulukları ya da mutsuzlukları, kaderin olduğu kadar da karakterlerinin eseridir.- La Rochefoucauld". Şüphesiz, seneler geçmekte ancak idealler, hayaller, korku ve tutkular şekil değiştirseler de özde aynıdırlar. Böylelikle,"mutlu yaşam, tutku ve korku üzerinde mantığın ve düşüncenin elde ettiği bir zafer olarak karşımıza çıkmaktadır. – Lucius Annaeus Seneca".

Bu zaferi kazanmak hiç kolay değildir. Zoru başarmak, hayatımıza dair o anlık birtakım "öncelik"lerimizden fedakarlıklarda bulunmamızı da gerektirecektir. Mutlu olmak için mutsuzluğu da bilmek gerekir. Ancak böylelikle,"küçücük bağışlarla büyük mutluluklar kazanmak büyüklüğün bir ayrıcalığı olacaktır.- Friedrich Nietzsche" Birçok insan belki de,mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur

İçimizdeki çocukla hayatın içindeki - LUK maceramız artık amacına ulaşmak üzeredir. Yaşadığımız serüvende, "niceliklerden nitelenen"anlarla, anılarla yaşamımızı şekillendirip, renklendirmeye uğraşırız. "Mutluluğu tatmanın tek çaresi onu paylaşmaktır.- Byron" Mutluluğumuz paylaştıkça çpğalacaktır.

Çocukça bir sevda, bir hayalin peşinden gitmek midir hala bilmiyorum mutluluk istemek ama haydi gelin bir çocukluk yapalım ve bir çocukluk hayalimizi gerçekleştirelim: Bir yudum mutluluk olsun hedefimiz…








5 Nisan 2016 Salı

-LUK ÜÇLEMESİ 2: Zorunlu-LUKtan doğan sorumlu-LUK halinin yarattığı muzur-LUK

Hayatın içinden... -LUK ÜÇLEMESİ

Zorunlu-LUKtan doğan sorumlu-LUK halinin yarattığı muzur-LUK


İşte bizler, yüreğimizde düşlerimizle her birimiz çocukluğumuzun ardından adeta uçan kazımızın kanadına tutunan Nils, ya da yeldeğirmenlerine karşı korkusuzca savaşan Don Kişot misali hayat maceramıza atılırız. İçimizdeki çocuk artık kahraman olmaya hazırdır. 

Hayatın içinde çocuk "ağaç misali .ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse,o kadar kök salar yere .."-Nietzsche. Oyun oynadığı ağaç evler bundan böyle ona tüm sorumluluklarını, yapması gerekenleri hatırlatır. Yeni hayatında çocuk daha çok çalışacak, daha çok didinecek belki daha da çok koşturacaktır ve er ya da geç anlayacaktır ki "sorumluluk büyük olmanın bedelidir." (Winston Churchili)

Çocuk belki de çoğu zaman şaşıracaktır. Onca zamandır hayalini kurduğu, kahramanı olduğu masalı böyle mi devam edecekti, bu kadar mı zorlu sınavlar bekliyordu onu?. Ama çocuk biliyordu her ne olursa olsun tüm zorlukları aşacak gücü kendisinde bulacaktı. Bunu kendi için yapacaktı. "Sorumluluk,başkalarına verdiğimiz sözlerin yanı sıra, kendimize verdiğimiz sözleri de yerine getirmek demektir." Andre Gide

Gerçek hayat masal alemlerinden çok farklı bir yermiş meğer diyordu çocuk. Burada herkes kendi doğrusunun peşinde hayatını kurmaya çalışıyor.  "Her doğru, insana bir sorumluluk, her fırsat bir zorunluluk ve sahip olduğu her şey de ona bir görev yüklüyor." (John D. Rockefeller Jr.) Doğrularımızın, ideallerimizin, yüreğimizden geçirdiğimiz düşlerimizin peşinden koşarken işte tam da bu anda bir de bakmışız kendimizi sorumluluklarımızın doğurduğu zorunluluk ya da zorunluluklarımızın yarattığı sorumluluk çıkmazı arasında bulmuşuz. 

Tabii çocuk, hangi yaşa gelirse gelsin aklı hep oyunda. Bir oyunla, bir pyunda şekillenen hayallerinde. Çocukluğumuz zorunluluklarımız ve sorumluluklarımız arasında sıkışıp kalmıştır. Hayatın bizlere öğrettiği "önceliklerimizin zorunluluklarımızdan daha büyük olamayacağı, ve haklarımızın, sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz sürece korunduğudur." (John F. Kennedy) İşte yine kurtarıcımız, çocuk ve kendine verdiği sözler olacaktır. 

Büyüdükçe çocuğun hayata karşı zorunlulukları artacak sorumluluklarını yerine getirdiği ölçüde ise "haklı" duruma geçecek ideallerine doğru emin adımlarla yoluna devam edebilecektir. İnsanın "bilinci onun yol göstericisi, hayatında yönünü bulmasını sağlayan pusulası, hayatın içinde sorumluluklarının sınırlarını belirlemede ona yardımcı olan özgür iradesidir." Manifeste pour la Terre et l'Humanisme - Pour une insurrection des consciences (2008) - Pierre Rabhi

Artık biliyoruz ki "her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur. " Dostoyevski. 

Ancak "insanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur." Friedrich Nietzsche. İçimizdeki muzur çocuk bize ta derinimizden göz kırparken hayat karşımızda tüm çeşitliliği, tüm görkemi, tüm haşmeti ile duruyordu. Defineye ulaştıran haritanın ipuçları gibi bize, mutluluğa ulaştıracak ideallerimizi başarmanın yollarını da veriyordu. Evet hayat zordu, aşılacak çok engel, geçilmesi gereken nice sınav vardı ama artık biliyorduk ki "hiç kimse, hem sorumluluk hem de umutsuzluk hissine aynı anda kapılamazdı."Antoine de Saint Exupery. Biliyorduk ki yağan her yağmurun ardından güneş açacak, gökkuşağı çıkacaktı. Acaba gökkuşağının altında bir hazine var mıydı? Bence içimizdeki çocuğun hatırına bir bakmaya, bir denemeye değer ne dersiniz?:))

3 Nisan 2016 Pazar

-LUK ÜÇLEMESİ: Çocuk -LUK: Herşeyin başlangıcı


Hayatın içinden... -LUK ÜÇLEMESİ

Çocuk -LUK: Herşeyin başlangıcı


Hayatımızın hiç kuşkusuz dönüp ardımıza baktığımızda koşulsuz şartsız en rahat, en özgür, en mutlu olduğumuz dönemi... "Çocukluk insanın hayatı boyunca mutluluğu yaşam tarzı olarak benimseyebildiği tek dönemdir. Paule Saint-Onge"

Evet öyleymiş. Miş çünkü hayat akıp giderken bunu öğretiyor insana, İçindeyken hep hemen büyümek istenilen büyüyünce de sürekli geriye dönebilmeyi düşlenilen bir dönem...

Çocuk kelime anlamı olarak "bebeklik ile erginlik arasındaki gelişme döneminde bulunan insan" demektir. Her çocuk kendi geniş hayal dünyasında ya sihirli değneğiyle etrafa iyilikler, güzellikler saçan bir prenses peri, ya da süper bir kahramandır dünyayı kurtaran. Etimolojik yönden de çocuğun sözcük kökeni çuçak "cüce" [ Pavet de Courteille, Dictionnaire Turc Oriental (1500 yılından önce) anlamına gelmesi, akıllara acaba "Pamuk prenses ve yedi cüceler" masalı ile ilişkisi olabilir mi sorusunu getirmiyor değil:) İşte aslında her birimiz kendi masallarımızın kahramanlarıyız bir ölçüde.

Gerçeklerle yüzleşmemiz genelde ilk "artık çocuk değilsin"cümlesiyle başlar, ve Graham Greene'in de dediği gibi "geleceğimiz, çocukluğumuzun bir anında bulduğu açık kapıdan içeriye girmesine izin verdiği ölçüde hayatımızı şekillendirir." Ve bizler kendimizi hayatın içinde kendi merkezlerimizde kendi masallarımızı yaşayan çocuklar olarak buluruz.


Kabul etsek de etmesek de içimizdeki çocuk hayat yolculuğunda herzaman yanımızda tıpkı kadim bir dost gibi yer alır. Bazen sesi bize çok uzaklardan ılık bir bahar sabahında bizi güne uyandıran kuşların cıvıltısı gibi bazen de yüreğimizin en derinine işleyen müziğin notaları gibi yanıbaşımızdan duyulur. Merak ediyorum neden çocuk yönümüzün bizim bir parçamız olduğunu kabul etmek bu kadar güç? Bu küçük masal kahramanları hayatımızı kurtarabilecekken neden bizi bu kadar korkutuyorlar?

Korkmak mı hem de bir çocuktan demeyin. Öyle olmasa neden bir çocuğun ysptığı ancak beğenmediğimiz bir durum karşısında "çocuk aklı işte daha mı iyi bilecek"diyor, ya da " çocuktan al haberi" deyip asıl ana kaynağın neresi olduğunu bilsek de gerçekliği konusunda kimi zaman tereddütte kalabiliyoruz. 

Yaşlar biraz daha büyüdüğünde yaptığımız her hareketi, hatta yaşadığımız her duyguyu bile bir mantığa, bir şekle, bir "normalliğe" dönüştürmeye çalışıyoruz. Bu kalıpların dışında her kalanı da "sakın çocukluk etme, aşkolsun deli misin?" diye tenkid ediyoruz. Demek ki anladığım kadarıyla büyüdükçe işler giderek daha karmaşık bir hal alıp "içimizdeki çocuk aşkı tattığında bizler deliriyor, aşık olan çocuk delidir" yaklaşımına daha çok inanıyoruz. Hatırlatmalıyım ki "deli" sözlük anlamı olarak "aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, davranışları aşırı ve taşkın olan, çılgın, bir şeye, bir kimseye aşırı derecede düşkün olan" demektir. Bir çocuğa bunca sorumluluk yüklemek bu noktada bir hayli düşündürücü:) Bazı durumlarda kabul aşk, mantığı  hiçe saydığı ölçüde bir "delilik" göstergesi olabilir ama çocuğun bu aşk çıkmazında pek de bir kabahati yoktur:)

Hani bazen sorar ya insanlar kinayeli, imalı bir şekilde "çocuk musun" diye, her seferinde var gücümle, tüm kalbimle inanarak "evet tabii ki, aklın yaşta değil başta olduğunu ne de çabuk unuttunuz" demek gelir. 
İçimizdeki çocuğun sesini duymak hayatın tüm zorluklarına rağmen bize herzaman iyi gelecek, hayatın her anında çocuk olabilmek ve çocuk kalmak felsefesi ise bizi adeta yeniden masal aleminin kahramanına dönüştürecektir. Çünkü unutulmamalıdır ki, çocukluğun sisleri ardında kalan rüyalarımız herzaman içimizde, en derinimizdedirler.- Paul Geraldy- 5 Aralık 1921

1 Nisan 2016 Cuma

Paros- Nisan 2016 Karanlıkta diyalog






 


İşte böyledir ki "Büyük harflerle başlayan aşk", bir "Karanlıkta diyaloğa" dönüştü:) 


Karanlıkta Diyalog…

Gayrettepe metro istasyonundan her geçtiğimde, kapılarını 2013 yılında ziyarete açmış, lansmanı “daha önce hiç görülmemiş” şeklinde yapılan, metro istasyonunun sergi alanının bir kısmına kurulmuş bu serginin ne kadar “olağandışı”, ne kadar ilginç olduğunu sonsuz bir öğrenme merağı ile kendi kendime düşünürdüm.

Gerçekten tam olarak neydi bu “Karanlıkta Diyalog”?

O gün, eve döner dönmez ilk işim bilgisayarın başına geçmek, ve merağıma daha fazla engel olmaksızın konu hakkında araştırmaya koyulmak olmuştu. Ve farketmiştim ki, bulduğum sonuçlar beni daha çok uzun süre etkisi altına alacaktı. İşte, bugün hala her geçen gün artan ziyaretçi sayısıyla sergilenmeye devam eden projeyi sizinle de paylaşmak istiyorum.

Karanlıkta diyalog, tanıtımını “unutamayacağınız bir deneyim, sizi İstanbul’un sembolü haline gelmiş tüm kentsel mekanlarıyla bir araya getirecek, ancak tümüyle karanlıkta! İstanbul’u; İstanbul’a özgü o eşsiz ses, koku, doku ve sıcaklıklarıyla “görme”nin yeni yollarını keşfedeceğiniz” deneyimsel sergi olarak yapmaktaydı. Ziyaretçilerden beklenilen, “koşullamaları ardlarında ve önyargılarını da kapıda bırakıp; gerçekten müthiş bir zamanı deneyimlemeye hazır olmalarıydı”. Tamamen karanlıkta, görme engelli,rehberler eşliğinde yapılan bir İstanbul gezintisi… 

Bu noktada serginin gezilmesi benim için de kaçınılmaz bir merakla kaçırılmaz bir fırsattı. Hemen Biletix'ten biletimi aldım ve gideceğim günü sabırsızlıkla beklemeye başladım. 

Peki, acaba bu proje ilk nerede, kim tarafından, ne sebeple açılmıştı?

Yaptığım kısa araştırma beni, sayısız uluslar arası ödül kazanmış olan, , Almanya’daki European Business School’da sosyal ticaret dersleri veren felsefe uzmanı Prof. Dr. Andreas Heinecke'e ulaştırmıştı. Andreas Heinecke, bu projesinin temelinde "bir radyo istasyonunda çalışırken, bir kaza sonucunda görme duyusunu kaybeden bir görme engelliyle karşılaşmasını, ona önce acıma duygusu hissedip nasıl davranması gerektiğini bilememiş olmasının" bulunduğunu belirtmektedir. Ancak, Heinecke,kısa sürede “görmeyen insanların görenlerin sahip olmadığı birçok özelliğe sahip olduklarını"anlamıştır. Böylelikle, genç adam prpfesörün adeta "hayata dair eğitmeni", onun farklılıkların ötesine geçerek neler yapabileceğimiz konusunda düşünmesine sebep olmuştur. Projeyi,ilk kez 1988 yılında Almanya'da hayata geçiren Heinecke, 1995’te ilk sosyal girişimini başlatmış, o günden beri kendini, "insan karşılaşmalarında oluşan boşluklar/iletişimsizlikler arasında köprüler kurmak için yeni yollar bulmaya” adamıştır.

Sergi ,dünya üzerinde 135 kentte 8 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Türkiye'de de Karanlıkta Diyalog, İstanbul Social Enterprise tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğini yapıp, ana sponsorları Turkcell ve İstanbul Ulaşım AŞ'nin destekleriyle İstanbul'da halen devam etmektedir.

Ve işte sergi günü gelip çattığında ben de hayata dair öğreneceklerim konusunda son derece heyecanlıydım. Karanlık, gerisini bilemediğimiz, bize ne sağlayacağını kestiremediğimiz, risk almaya cesaret edemediğimiz kısacası ardını “göremediğimiz” durumları kapsıyor aslında… peki yagördüklerimizin yanında göremediklerimiz ya da “farkedemediklerimiz”? Bu sergi bana “görmenin yeni yollarını öğretecekti”, biliyordum.

Tavsiye edildiği gibi biletimin üzerinde yazan seans saatinden yaklaşık 15 dk önce sergi alanında yerimi almıştım. 10 kişilik bir gruptuk, Toplandığımız ilk giriş salonunda bizden tüm şahsi eşyalarımızı, elektronik, ışık verebilecek parlayan, fosforlu eşyalarımızı bizlere güvenli bir şekilde tahsis edilen kilitli dolaplara koymamız istendi. Yanımıza sadece biraz para almamız önerildi: "deneyimimizi sonlandırmaya yakın bir keyif molası verilebileceği" söylendi. 

Görme engelli rehberlerin yol göstericiliğinde, sadece elimizde klasik beyaz bastonlarımızla İstanbul’u görmeksizin "görmeye" hazırlandık. Rehberimiz önce, kısaca beyaz bastonumuzu nasıl kullanmamız gerektiğini anlattı. Sergiye başlarken hepimiz arka arkaya dizildik. Rehberimiz bizi içeriye girerken sol tarafımızda bulunan duvarı elimizle dokunarak hissedip yolumuzu bulmamızı sağladı. Sesi son derece güven vericiydi, devamında adeta bizlere sesiyle "ışık tutacaktı." Bizi rahatlatarak endişe etmememizi, ihtiyaç anında her türlü bize yardımcı olacaklarını, gerekirse bizi erken çıkışa da her an ulaştırabileceklerini belirtti. 

Artık hepimiz hazırdık. Ve işte karanlık... Hem de en ufak bir ışık kaynağı olmaksızın "tam karanlık"... Önce hepimiz sanki daha dikkatlice baksak birşeyler görebilecekmişiz hissine kapılmış olsak da bir süre sonra artık direnmeyip, kendimizi diğer duyularımızı keşfedip keyif almaya bıraktık. 

Uzaktan kulağımıza kuş cıvıltılarına eşlik eden neşeli çocuk kahkahaları çalınıyor, mis gibi çiçek kokularının arasından bir parktan geçiyoruz. Ardından kendimizi, satıcıların gür seslerinin alışveriş yapma telaşında olan kalabalığın gürültüsüne karıştığı pazar neydanında buluyor, rehberimizin uyarması ile dokunarak sebze ve meyveleri algılıyoruz. 

Birden burnumuza mis gibi deniz kokusu geliyor. Yürüyerek vardığımız deniz kıyısında rehberimiz bizi yapacağımız deniz yolculuğuna dikkat çekip motora binerken adımlarımıza dikkat etme konusunda bizi ikaz ediyor. Sonrasında kendimizi kalabalık koşuşturması içinde, meydandaki büfelerden gelen iştah açıcı kokular, caddenin gürültüsü eşliğinde Taksim'de buluyor, tramvaya binip gezimize Tünel'e doğru devam ediyoruz. Oradan cıvıl cıvıl karmaşası yemek kokularıile bizi bekleyen Eminönü ve civarları. Geçtiğimiz yollarda rehberimiz bizi arabalar konusunda uyarıp, dokunarak algılamamıızı, yürüyüş sırasında geçtiğimiz köprünün altından akan suyun şırıltısını hissetmemizi tembihliyor. 

Gezimizin  bir sonraki durağı sinema oluyor. Sinema evet yanlış okumadınız sinema. Ancak bir tek farkla: Her türlü karenin tüm detayları ile tasvir edildiği ses sineması. Bir diğer durağımız ise Diyalog Cafe, Gezı sırasında rehberimizin bizimle çeşitli vesilelerle paylaştığı "görme engelli olmanın pratik idare yollarından" biri olan kabartmalı görme engelli alfabesini kullanarak yanımıza almış olduğumuz paralarla kendimize bir içecek alıyoruz. Tüm grup adeta karanlığa alışmıştık. İçeceklerimizi yudumlarken yaklaşık bir buçuk saat sürmüş ama bizlere kısacık gelmiş olan gezimizi neşeyle değerlendirmeye koyulmuştuk bile.

Bizler, İstanbul'u "görmenin ötesinde görmüş, herşeyi hissetmiştik." Özünde anlatılmak istenen aslında beş duyumuzun hepsiyle bizim bir bütün olduğumuz ve yaşamın böylelikle beş beşlik(!) güzel ve anlamlı olduğuydu.

Her ayrıntının en ince detayına kadar düşünülmüş olan ( gerek serginin yaratacağı etkiyi pekiştirecek ses, koku, doku efektleri, gerekse de çocuk ya da yardıma ihtiyacı olan, tekerlekli sandalye kullanan ziyaretçilerin rahatlığının sağlanması vb,) bu eşsiz deneyimlemede kuşkusuz en büyük başarı faktörü tüm gezi boyunca bizim güvenlik ve rahatımızı sağlamaya çalışan rehberlerdedir. 

Son derece etkileyici bir sosyal fakındalık projesi olan ve "görmenin yeni yolların keşfedin. Unutmayın öğrenmenin tek yolu karşılaşmaktan geçmektedir." sloganı ile ortaya çıkan bu sergi, beni derinden etkiledi. Hayatımızda karşılaştığımız insanlara empati kurarak karşılıklı güven duygusu kapsamında daha duyarlı olmayı ve yaşadıklarımız, "gördüklerimize" karşı daha farkında olmamızı hatırlattı. 

Eve dönerken yaşadığım deneyimin bende yarattığı farkındalıkla aklımdan "bakarak görmek mi yoksa görerek bakmak mı" acaba asıl mesele hangisi diye geçiriyordum:)

İşte kendimizde “farkındalık” yaratmak için karanlıkta başlayan bu diyalog, aslında bize hayatın ta kendisini öğretiyor: gördüklerimize gönül gözüyle de bakmayı, karşımızdaki insanları can kulağıyla dinlemeyi, yaşadığımız her anın tadını çıkarmayı, hayatı içimize çekip tüm benliğimize sığdırmayı, iç sesimize de kulak verip sevgiyle yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmeyi…



Not:

Sergi adresi  Gayrettepe Metro İstasyonu Sergi Alanı
Esentepe Mah. Büyükdere Cad. İstanbul, Türkiye 34394 olup, 
sergi hakkında tüm detaylı bilgiler için bkz:
info@dialogistanbul.com