6 Eylül 2017 Çarşamba

Yaza veda ederken...

YAZA VEDA EDERKEN…

BAĞLIyız biz bize
AKSAKlıklara rağmen size
DEVAMLI olarak özlenene… 


Ağır aksak atan kalp atışlarım ve ben

Tüm aksaklıklarına, en olumsuz koşullarına rağmen hayatın bir anlam taşıdığını bilen de yine ben

Yine başbaşayız bu biten yazın gecesinde

Devamlı beni mi izleyeceksin kalbim sahi?

Diye geçiriyorum birden içimden

Yok mu çalacak bir kapın?

Diyorum peşinden

Biraz uzaklaşsak birbirimize özgürlük mü tanısak acaba

Diye geçiriyorum içimden ansızın

Ama bir de bakıyorum ben sensiz ben değilim ki ben sana ne de bağlanmışım, 

Ne kadar bağlıymışım meğer sana kalbim…

Bu satırlar, kalpten bir bağlılığın aksak sanıldığı ölçüde devamlı sayılan duygusal bir ifadesidir:)

8 Ağustos 2017 Salı

BİR İLKYAZ HİKAYESİ

BİR İLKYAZ HİKAYESİ

Mevsim ilkyazın ilk günleri… masmavi bir gökyüzü… sanki ilk gelecek leylek sürüsünü karşılamaya hazır… Doğa da ilk hazırlıklarına başlamış gibi… erguvanları beklerken tepeler ilk pembeliklerini sergiliyor… kısacası doğa yaşadığı 'ilklerle' ilkyaz hazırlığında, ilkyaz heyecanında…

Kuşlar bu mevsim artık daha çok seslerini duyuruyorlar. Soğuk kışın ardından sanki uzun süre boyunca diyemedikleri o kadar çok şey varmışçasına hiç susmayacakmış gibi ötüyorlar.

Çiçekler, peki ya onlara ne demeli? O kadar süre boyunları bükük kalmış olsalar da ilkyaz döneminde en canlı, en parlak, en güzel renklerine bürünüyorlar.

Anlaşılan kuşlar hazır, çiçekler de hazır. Ya bizler, bizler hazır mıyız yeni bir döneme, yeni başlangıçlara yeni bir ilkyaza?

Düşünüyorum nasıl hazır olur ki insan, nasıl hazırlanır? Diyorum ki kendi kendime madem kuşlar hazır, bir günlüğüne kuş olsam? En engin göklerde uçsam, en gizemli diyarlara gitsem, en ulaşılmaz eşsiz tepelere kanat çırpsam?

Ya da diyorum, çiçekler de hazırdı. Ben çiçek olayım peki bir günlüğüne? En ferah doğada en nadide çiçek olsam, en parlak renkli ya da en mis kokulu olsam? Acaba ben de hazır hisseder miydim kendimi?

Oysa biliyorum ki ben yine fırtınalara karşı kanat çırpacak olanım, ya da delice esen rüzgara direnecek, yapraklarıyla yeni açan tomurcuklarını saklayacak olan da ben…

Aslında bunu kimi zaman kendine hatırlatması gerekse de, insan da hazır… kimi zaman kuş, kimi zaman bir çiçek ama herzaman 'insan' olarak…

Bir kuş olsam ilkyaz meltemlerinde kanat çırpan
Ya da bir çiçek, renkli yüzünü güneşe çeviren ilkyaz zamanı
Ama herşeye rağmen hep yaz olsa hayatımız
Pırıl pırıl mis gibi bir yaz…

16 Şubat 2017 Perşembe

Herşey Burgaz'ı sevmekle başladı...

Herşey Burgaz'ı sevmekle başladı…

Burgazadası ile ilgili Reunion blogunu duyduğumda çok heyecanlandım, bir o kadar da 
mutlu oldum. “Ne kadar güzel düşünülmüş” diye geçirdim içimden. Burgaz… yazılarda, şiirlerde, satırlarda, çizimlerde ve hatta fotoğraflarda çıkacaktı karşımıza ve hatıralarımızda daimi yerini büyük bir keyifle koruyacaktı.

“Burgazlı olmak bir ayrıcalıktır.”

Düşünüyorum da nereden başlamalı, nasıl anlatılmalı ki Burgaz? Burgaz, dostluktur, Burgaz, kardeşliktir, Burgaz, sahilde sabahın ilk ışıklarıyla içilen çay, işe giderken vapura yetişmek için iskeleye koşarken içe çekilen mis gibi çam kokulu nefestir.

Burgaz, faytonla gidilen “Cennet Bahçesi'dir”. Burgaz, sevgiliyle eşsiz günbatımına gidilen Kalpazankaya'dır. Aşktır Burgaz. İnsanlarının birbirine koşulsuz şartsız bağlandıkları, birbirine güvendikleri, yıllar sonra bile biraraya geldiklerinde “kaldıkları yerden devam edebildikleri” bir masal alemidir Burgaz.

Burgaz, Sait Faik'tir. Burgaz, ayışığında dostlarla kimi zaman efkarlanıp dertleşilen paylaşımlara, kimi zaman neşelenip kahkahaların her yeri çınlattığı sohbetlere, ama her koşulda sabaha kadar ev sahipliği yapan bir “deniz kulübüdür.”

Kısacası aslında Burgaz sevmek demektir. Çarşıdan geçerken esnafı selamlamayı, sokaklarda oynayan çocuklarla top koşturmayı, bir büyüğün hatırını sormayı, doğanın mucizesini, yaşamın büyüsünü sevmektir. İşin özünde hayatı güzelleştiren insanı sevmektir Burgaz.

İşte “herşey Burgaz'ı sevmekle başladı.”

Burgaz'ı anlatmaya çalışırken bana hissettirdiklerini düşündüm, ve o anda geçen sene Ağustos ayında yazdığım yazıyı anımsadım:

“Sımsıcak bir yaz akşamı. Uzaktan sadece geçen geminin düdük sesi ve çalıların içinde adeta bana eşlik edercesine ses veren cırcır böceklerinin sesleri duyuluyor.

Işıl ışıl gökyüzü içimi aydınlatıyor. Gördüğüm, görebildiğim ve hissedip de, varlığını bilip de göremediğim binlerce yıldız da bana arkadaşlık ediyor o gece.

Çocukluğumdan beri en çok hep yaz mevsimini sevmişimdir. Neden derseniz tam olarak bilmiyorum ama bana kendimi hep mutlu hissetmiştir yazlar

İşte yine öylesi bir yaz gecesi: dingin pırıl pırıl bir gökyüzü altında gemilerin ışıklarıyla süslenmiş bir denizin seyrinde… Bir an sanki bir yıldızın bana göz kırpar gibi kırpıştığını gördüm. Ve o an içimden tüm sevdiklerimi geçirdim. Aklımdan, yüreğimden eksiksiz hepsini

Ve dedim ki: aslında her insan bir yıldız. Her yönüyle, her anlamda eşsiz, biricik, tek. Gökyüzünde de görünen bir yıldızın bir eşi daha yok. Tüm yıldızlar güneşten aldıkları ışıkları bizlere yansıtıyor, hepsi birden biraraya gelince heryer ışıl ışıl oluyor

Tam da o anda bir bulut kaplıyor gökyüzünü. Pırıl pırıl olan gökyüzü birden engin bir karanlığa bürünüyor. Bekliyorum… Bliyorum ki bu sadece bir bulut. Bulut geçecek ve ardından yine ışıl ışıl yıldızlar yerlerini alacaklar başımın üstünde:)

Vee nitekim sanki beni duymuşlar gibi gök perde aralanıyor ve yıldızlar birer birer beliriyorlar

İşte sanırım yaşam da böyle: ışığın içinde gölge, gölgenin içinde ışık… Adeta bir "gölge oyununun” içinde bir ışık kümesi…Her nesnenin parlaklığının diğer tarafa yansıttığı gölgesi olsa da aydınkıkta her biri gölgesiz. İşte ne insanlar var ışıl ışıl aydınlıkken gölgelenmeye çalışılan, ve de ne insanlar var ki “gölge adam"lıktan bir anda parlayan. Aslında gölge olan her yerin ardında mutlaka onu oluşturan, varken yok da edebilen bir ışık kaynağı vardır. Kısacası hayatın tüm zorluklarına, yaşadığımız tüm olumsuzluklara rağmen sevdiğimiz ve bizi seven insanlar ne mutlu bize ki hissedebildiğimiz ölçüde hep yanıbaşımızdalar.

Sanırım benim çocuk kalbim böyle ışıltılı anlarda hep kulağıma birşeyler fısıldıyor: bu pırıl pırıl yaz gecesinde de diyor ki: "Her insan eşsiz bir yıkdızdır, herkesin kıymetini bilmek gerek”

İşte tam olarak Burgaz'ın bana hissettirdikleei, hayatın ta kendisidir. “Yıldızlı bir gökyüzüdür” Burgaz.

Bol yıldızlı sevgiyle kalmak dileğiyle…

Başkaldıran kaotik doğum…

Başkaldıran kaotik doğum…

Kaos, Başkaldırı ve Doğum

Rüzgar, gecenin sessizliğini var gücüyle estikçe bozuyor, çam ağaçlarının arasında dolaşırken ıslıklar çalıyordu. Gece sessizdi, gece karanlık… Deniz fenerinin kırmızı ışıkları uzaktan alarma geçmiş gibi bir yanıp bir sönüyordu. Ve ansızın etraf gün ışığını andıran bir aydınlıkla parlıyor, ardından müthiş bir gürültüyle şimşekler gök gürültüsüne karışıyordu.

Gece kaostu, tabiat kaostaydı. Sesler, görüntüler, renkler birbirine karışmışlardı.

Adeta bu, tabiatın bir başkaldırısıydı. Sesler başkaldırmış, görüntüler başkaldırmış, renkler de başkaldırmışlardı. Mevsimlerden kaos zamanıydı. Rüzgar, ağaçlar, şimşekler, denizdeki dalga bile başkaldırmışlardı. Etraf hem çok tenha bir o kadar da gürültülüydü.

Hani denir ya “fırtınadan önceki sessizlik” diye, belki de bir süre sonra “ fırtına ardından gelen sessizlik” de denilebilecek. Neden olmasın, belki bir gün… Her şeyden sonra…

Ve işte o zaman tabiat yeniden doğacak, yeniden canlanacak, her şeye yeniden başlayacak… Kuş cıvıltılarına eşlik eden ıIık bir ilkbahar meltemiyle yeniden can bulacak. Sabahın ilk ışıklarıyla güneş doğacak, yeni doğmuş bir bebek gibi etrafa mutluluk saçacak. Mevsimlerden huzur olacak, mutluluk var olacak…Neden olmasın, belki bir gün… Her şeyden sonra…

24 Aralık 2016 Cumartesi

IŞILTILI YENİ YIL DİLEKLERİMLE:))

IŞILTILI YENİ YIL DİLEKLERİMLE…

BİRİKTİRİLMİŞ DOKUMA HASATLARI;)

Biriktirme, Dokuma ve Hasat…

Yeni yıla yaklaştığımız şu günlerde düşünüyorum…
“Düşünüyorum öyleyse varım” demişti Descartes. Ben de soğuk bir “Aralık” günü pencereden tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi sokağı izlerken buldum kendimi. Bir çocuk, annesinin elinden tutmuş sevinç çığlıkları atarak heyecanla ona az önce geçtikleri dükkanın vitrininde gördükleri oyuncağın ne kadar güzel olduğunu anlatıyor, yaşlı adam torununun koluna girmiş büyük bir keyifle genç kızın okulda yaptıkları çalışmayı dinliyor, bakkalın çırağı büyük bir itina ile yeni gelen gofretleri tezgaha diziyor, karşı kaldırımdan minik bir kedi kuyruğunu sallaya sallaya geziniyor… Kısacası hayat bizimle ama bizden bağımsız seyrinde ilerliyordu.

Hayata, hayatın aralık bir penceresinden bakıyorum. Ben de varım diye geçiriyorum içimden düşündükçe. Varlığımla iyilikler yaratmayı amaçlıyorum. Bunu kendime hayat felsefesi edinmek istiyorum….Herkesin içinde, yüreğinin ta en derinlerinde saklansa da kimi zaman, bir iyilik olduğuna inanmak istiyorum.

Hayat… ne ilginç, ne güzel, ne mükemmel tasarlanmış bir “hasat zamanı” aslında. İçinde güzelliklerle çirkinlikler, iyiliklerle kötülükler, doğrularla yalanlar, yanlışlar birbirine karışmış durumda. Bir bakıyorsunuz belki de artık tam bu son, buraya kadarmış dedirten bir anda karşınıza hiç ummadığınız bir şekilde, hiç beklemediğiniz bir yerden çözümler, umutlar, mutluluklar çıkabiliyor.

El yordamıyla yaşamak belki de bizimkisi. El yordamıyla büyüyor, el yordamıyla öğreniyor, el yordamıyla ağlıyor, el yordamıyla gülüyor, el yordamıyla aşık oluyor, el yordamıyla seviyor, evet bizler el yordamıyla yaşıyoruz. Kendimize güvenip, daha doğrusu duygularımızı dinleyip “yüreğimizin götürdüğü yere” ulaşmayı hedefliyoruz çoğu zaman.

Hayatı hepimiz kendimizce yaşıyor, yaşatıyoruz. Her birimiz elimizdeki malzemelerimizle ilmik ilmik örüyor, dokuyoruz el emeği, el örgüsü bir kazak gibi yaşamlarımızı. ( O anki düşüncem, kendi kendime verdiğim örnek gülümsetiyor beni. Bir çeşit mesleki deformasyon olmalı benimkisi de hiç kuşkusuz. O kadar kazağın arasından verilen örnek de kazaktan, dokumadan başkası olamazdı tabii:))

Ama hoşuma da gidiyor hayatı ipliklerden, renklerden çeşit çeşit farklı örgüden yapılmış trikolara benzetmek. Tıpkı örgü çeşitleri gibi hayatta da basic olan, daha süslü olan ve hatta farklı örgülerin birleşiminden bile oluşan günler var. Peki ya renkler? Hiç düşündünüz mü bugün hangi renk olduğunuzu. Bazı gün bir düşünün mutlaka demişsinizdir: “bugün bana turuncu nasıl güzel gözüktü ya da kesinlikle bu masanın üzerine kırmızı bir süs gerek, veya keşke bu elbisenin laciverti olsaydı hemen alırdım.” Başınızı onaylar gibi salladığınızı görür gibiyim:)

Evet işte hayat, el emeği, göz nuru, ilmik ilmik örülmüş, dokunmuş bir kazak gibi, üzerimize giydiğimizde bizi yansıtan, bizi biz yapan aslında. “ Bize bizi yine bizle anlatan…”

Hayatı elbette bizler belirleyemiyoruz ama ona yön vermek, onu şekillendirmek, güzelleştirmek bence biraz bizim elimizde. Biriktirmek… İşte bu noktada hayatı biriktirebilmeli insan. Hayatı, içindeki güzellikleri, karşımıza çıkan insanları, yaşanılan keyifli anları biriktirebilmeli…Hayal biriktirmek var bir de tabii… Yaşamımıza dair düşlediğimiz, dilediğimiz, gerçekleşmesi için çaba gösterdiğimiz hayallerimiz… Hani insan hayal ettiği sürece yaşarmış düşüncesiyle bakınca da hayaller gerçekleri desteklerken, gerçekler de hayalleri güçlendiriyor.

Bir anlamda “anı koleksiyonculuğu” yapmalı… Çok zor, tüm kötülüklere, çirkinliklere, adaletsizliklere, insafsızlıklara rağmen..Evet hatta bazı anlarda imkansız gibi görünüyor insana ama vazgeçmeden, pes etmeden devam edilebilmeli. Çok mu Polyannacılık olur bilmiyorum ama ben buna gerçekten inanmak istiyorum. Hani efsaneye göre gökkuşağının altında iyilikler, güzellikler vaat eden bir define vardır ya, işte ben bu defineye hayatın içinde denk gelinebileceğine inananlardanım galiba. Belki bir gün…

O anda yılbaşı ağacının ışıkları bana göz kırparken düşüncelerimden sıyrıldım. Akşam olmak üzereydi. Sokaktan geçen hurdacı var gücüyle bağırıyordu: “ Eskiler alıyorum eskiciii…” Eskiler dedim kendi kendime, neydi ki? Belki biraz geçmişimiz, belki biraz anılarımız, yaşanmışlıklarımız, öğrendiklerimiz, hayatın karşımıza çıkardıkları da belki biraz ve tüm bunlara eklediğimiz zorluklardan edindiğimiz dersler, can dostlarımızın bize her zaman, her koşulda verdikleri destek, bize güven veren yürekleri, her yolun o'na çıktığına inandığımız aşklarımız, gönlümüzde büyüttüğümüz sevgilerimiz belki de. Hepsini karıştırıp üzerine eklediğimiz bir tutam mutluluk da işte “hasat zamanlarımızda” hayattan biriktirebildiklerimiz.

Farkında olmadan saatlerce oturmuştum düşüncelerimle, akıp giden yaşamın karşısında. Yerimden kalktım mutfaktan tüm evi mis gibi kaplayan kahveden bir fincan aldım kendime. Tabii yanına da tarçınlı kurabiyelerden almayı ihmal etmedim. Geri dönüp aynı yere, aynı koltuğa, aynı pencere kenarına oturduğumda aynı duygulara sahip olmadığımı farkettim. Farkettim ki hayat, benim için bir ölçü geçmişim, biraz öğrendiklerim, bir miktar anılarım, bol miktarda sağlıklı günler, göz kararı duygularım, içine dahil edilebilecek kadar dostluklarım, paylaştıklarım ve tıpkı az önce ihmal etmediğim kurabiye kadar vazgeçilmezim olan kocaman bir tutam sevgi ile harmanlanmış bir hamur her öğün yesem de bıkmayacağım eşsiz lezzet.

Ya da diyelim ki hayat rasyonel bir denklem. Düz mantıkla dört işlemden oluşan bir hesap… Hayat, öğrendiklerimiz, görgümüz, edindiğimiz deneyimlerimiz, başarılarımız, kariyer tecrübelerimiz, maddi kazançlarımız, manevi kazanımlarımızın, tüm sağlıklı günlerimizin toplamından, korkularımızı. endişelerimizi, yoksunluklarımızı ki bunlar sadece maddi anlamda değil sevgisiz, saygısız kalma olarak da düşünülebilen manevi 'duygusuzluklarımızı' çıkarttığımızdaki sonucu mutluluklarımız ve sevgimizle çarpıp ortaya çıkan iyilik ve güzellikleri dostllarımıza dağıtma ve onlarla yaşamı paylaşma 'becerisidir.'

Sanırım bana hayatı yeni baştan gösteren senenin son günlerinde olmamız, acısıyla tatlısıyla bir seneyi bitirmekte olmamızdı. Yepyeni seneden iyilikle beklediklerimiz, sevinçle umduklarımız, güzel dileklerimiz var. Adı üstünde “yepyeni” bir yıl bizleri bekliyor.

Ben de “her birinize, tüm hayal ettiklerinizin gerçek olacağı, hayatınızın tüm gerçeklerinin de hayal dahi edemeyeceğiniz kadar güzel olacağı yepyeni, pırıl pırıl ışıltılı bir sene olmasını dilerim…”

30 Ekim 2016 Pazar

Güllerin rengi: Turuncu

GÜLLERİN RENGİ: TURUNCU

Eski, Sarı ve Tozlu…

Yine aylardan Eylül olmuştu. Pırıl pırıl güneşli yaz günleri artık yavaş yavaş soluklaşmaya, sararmaya başlamışlardı. Sararıp, solan sarı yapraklar, yemyeşil, çok renkli çiçekli yaz örtüsünün yerini almaya hazırlanıyorlardı. Ve yine aynı sarı yapraklar yere döküldüklerinde aralarından her geçenin ayak sesleriyle çıkardıkları hışırtıyla herkesi selamlıyorlardı.

Sonbaharlar hep hüzünlü olmuştur. Artık sarı renginden mi, sonbaharda gökyüzünün ılıklaşan hava şartlarıyla bulutlanması ile adeta sararmasından mı bilinmez ama sonbaharlar hep hüzünlüdür. Sonbahar manzaraları adeta hep eski, sararmış, tozlu rafların en dibinden aranmış ve artık neredeyse ümit kesilmişken ortaya çıkan bir fotoğraf karesini anımsatırlar.

İşte yine aylardan Eylüldü. Tüm bu sarı manzaranın içinde kendimi, elimde eskilikten sararmış bir fotoğraf çerçevesine bakarken buldum. Fotoğraf sarardığı için mi eskimişti, yoksa eskidiği için mi sararmıştı tam olarak bilemiyordum, ancak bana hissettirdiği duygu, hüzün, özlemle karışmış mutluluktu.

“Şu an keşke o yıllara geri dönebilseydim” diye içimden geçirdim. Fotoğrafta büyükbabam ve ben yüzlerimizde kocaman bir gülümsemeyle şu an gölgesinde serinlediğim ağacımı dikiyorduk. Takvimler eskiyi gösteriyordu ancak o günkü heyecanımı, bir ağaca can vermenin mutluluğunu aynı biçimde bugün yine yüreğimin en derininde hissettim. Öyle keyif almıştım ki o gün, Büyükbabam bunu farketmiş olmalıydı ki beni elimden tuttu çatı katındaki kütüphaneye götürdü. Onca kitabın arasından tozlu rafların gerisinde kalmış “Çiçeklerin renkli dünyası” isimli kitabı bana uzattı.

O günden başlayarak da her gün uzunca bir süre kitabımın sararmış sayfalarının arasında vakit geçiriyor, çiçeklerin resimlerine bakıp her çiçeğe bir duygu yüklüyordum. Mesela salkım söğüt ağacının çiçeği, “yaklaş sana anlatacaklarım var, sır tutar mısın?” der gibiyken, laleler, “affet beni bir hata yaptım, kırdım seni"diyor, güller ise karşılıklı sevgiyi simgeliyorlardı benim için. Çiçekler, bitkiler ve hatta ağaçlar benim işte o dönemki emojilerimdi adeta:)

Başka bir deyişle çiçek ve bitkiler bir süre sonra hayatımın çok önemli vaageçilmez birer parçası haline gelmişlerdi. Ve işte şu an bu bahçede elimdeki fotoğrafa bakarken kendimin bana göre en keyifli mesleği yapabiiği için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Ben bir peyzaj mimarıydım ve "Çiçeklerin renkli dünyası” içerisinde yeralmak, bitkilerin söylediklerine kulak verebilmek ve doğayı günlük hayata dahil edebilmek beni çok mutlu ediyordu. Bir bahçe, bir park yaptığım düzenlemelerle can buluyordu. Çiçekler mekanları renklendirdikçe hayatlarımızın da renklendiğine olan inancım her geçen gün daha da artıyordu.

Tüm bu duygu ve düşüncelerimden çalan telefonun sesi ile sıyrıldım. Telefondaki ses beni Aralık ayında Paris'te düzenlenecek olan “Çiçeklerin renk verdiği hayatlar” konferansına konuşmacı olarak davet ediyor, benim düzenlediğim mekanlarda sıkça dekor olarak kullandığım turuncu güllerin “hikayesini” bu sefer de benden dinlemekten çok memnun olacağını belirtiyordu. O an çok heyecanlanmıştım. Aralık ayında, yeni yıl arifesinde yepyeni umutlarla dolu Paris… üstelik bir de yanımda en sevdiklerim, çiçeklerim de olacaklar… Bu fırsatı değerlendirmeliyim diye düşündüm. Kibarca tekliflerinin beni çok mutlu ettiğini ve dedikleri tarihte aralarında olacağımı bildirdim.

Defalarca gitmiştim Paris'e… Hem gezmeye hem de eşsiz parklarını, bahçelerini, sayısız düzenlemeyi görmeye, hepsinden birEski, sarı, tozlu, gül, turuncuşey öğrenmeye. Öğrennek evet hem de çiçeklerden. O en küçük yaşlarımda büyükbabam bana “Her çiçeğin bir hikayesi var, sen hepsi ile ayrı ayrı sevgiyle ilgilenmeli, sana anlatmak istediklerini dinlemeli, anlamaya çalışmalısın. Anladıkça, hissettikçe göreceksin onlar da senin dünyanı renklendireceklerdir.”

Hikayeleriyle beni sanırım en çok etkileyen turuncu güller oldu. Bahçemizde ilk turuncu gül açınca hemen yanına koşmuş ve büyükbabama dönerek “Büyükbaba gördün mü bizim onu ne kadar çok sevdiğimizi anladı. Bak, benim için en sevdiğim renk olan turuncuya dönüştü”. Tabii ki büyükbabam ekilen gülün renginin zaten turuncu olduğunu biliyor ve küçücük bir kız çocuğunun çiçeklerle ilgili hayallerini kırmamak, bozmamak için beni doğrular gibi onaylayarak başını sallamıştı. O gün anlamıştım ki turuncu güller en sevdiklerimdi.

Seneler geçtikçe çiçekler hakkındaki bilgim artıyor, eski kitaplarla dolu tozlu çatı katından edindiğim o kitap, adeta beni rengarenk diyarlara götürüyordu. Artık biliyordum: turuncu gül, büyüleyici güzellik, hayranlık sembolüydü. İnsanda takdir etme, böylesi bir güzelliği yaşattığı, paylaştığı için de teşekkür etme isteği, minnettar olma duygularını uyandırırdı. Ben de beni büyüleyen turuncu güllerle tanıştırdığı için büyükbabama sonsuz minnet duymaktaydım. Turuncu güller adeta çalışmalarımın birer simgesi haline dönüşmüşlerdi.

İşte aylardan henüz Eylüldü. Mevsimlerden sarı sonbahardı, elimde de eski, tozlu bir fotoğraf… ama benim için ifade ettikleri paha biçilmezdi…

Aylar geçmiş, Aralık tüm ümitleri, yeni yıl telaşı ve her birimiz için her yeni günün hazırlsdığı gibi sürprizlerle gelip çatmıştı. Ben ise Paris'e gidecek olmanın heyecanı içerisindeydim. Paris… herkesin rüyalarını süsleyen görkemli şehir… aşıklar şehri… Benim için bir başka anlamı da çiçeklerimle ilgili daha ilk öğrencilik yıllarımda yapmış olduğum ilk gezinin rotası, bana yol gösteren ilk şehrin Paris olmasıydı. Şehir benim için evet çok önemli, bir başka güzeldi hiç kuşkusuz ama asıl benim için çok daha anlamlı olan, bu şehirde bana rehberlik eden, büyükvabamın candostu olan “çiçek ustası"Monsieur Jean'dı. Monsieur Jean bana gülleri tanıtmış, bana gülleri anlatmış, bana gülleri öğretmiş ve bana gülleri çok sevdirmişti, Merak ediyordum, acaba kendisini aynı dükkanda, yerli yerinde bulabilecek miydim?

Hayal meyal hatırlıyorum: ismi "La vie en rose” idi. İçerisinde güllerle ilgili aklınıza gelebilecek her türlü ürün, eşya bulunabilirdi. Kurutulmuş güllerle bezenmiş cam vazolardan tutun da gül motifli tahta tepsilere, gül ağacından yapılmış oymalı sehpalardan, gül özlü sabunlara aklınıza artık ne gelirse.

Aralık ayında Paris hep canlı, hep çok renkli olmuştur. Bu Aralık'ta da ortalık cıvıl cıvıldı. Yılbaşı öncesi caddeler sanki biraz daha kalabalık, sanki daha da şenlikliydi. Dükkanın olduğu mahalleye Montmartre'a doğru ilerlerken adeta bir çocuk gibi neşeliydim. Eskiden kalma çok tanıdık bir duygu kapladı yüreğimi: Hayatımdan mutluydum hem de çok…

Bir an hızlı adımlarım yavaşladı. “La vie en rose…” Farkettim dükkanın tabelası aynı yerinde duruyordu. Yavaşça aralık kapıdan içeri süzüldüm. Dükkan eskiydi…Rafları tozluydu… En üst rafın üzerinde adeta kırılmasından çekinilerek en tepeye konmuş, her şeyden sakınılarak korunmuş izlenimi veren sararmış bir fotoğraf çerçevesi gözüme ilişti. Fotoğrafta iki genç adam bir gül fidesinin başında neşeyle birbirlerine sarılmışlardı. O an gözlerim doldu. Fotoğrafın sağ köşesinde yer alan delikanlı büyükbabamdan başkası değildi. Ve fotoğrafın zamanı muhtemelen benimle birlikte diktiği ağaçla aynı tarihti, aynı senelerdi… Her şeyin başladığı tarihti. Yanındaki arkadaşı da hiç kuşkusuz dilinden düşürmediği kadim dostu, ve bu dükkanın sahibi olmalıydı.

Yüzümde tüm bu güzel anıların yarattığı sıcacık bir gülümsemeyle dalmışken, tozlu tezgahın ardından bir çift göz bana bakarak, “Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “Fotoğraftaki beyi arıyordum” dedim umutla. Genç adam olduğu yerde doğruldu: “Siz, dedemi nereden tanıyorsunuz, kendisi artık pek evden çıkamıyor da” dedi hüzünlü bir ifadeyle. “ Ben gülleri çok seviyorum, dükkanı eskimeye terk etmek istemedim, artık ben ilgileneceğim gülleriyle” diye ekledi ümitle.

O an yüreğim sımsıcak sevinçle doldu. Demek hayatta halen çiçekleri seven, onlara kulak veren, anlamayan çalışan, onların renkli dünyasıyla kendi dünyasını da renklendirebilen insanlar vardı. “Merhaba” dedim, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle. “Ben de bir gül sevdalısıyım” deyip kendimi tanıttım, kim olduğumu, nereden ne için geldiğimi, büyükbabamı anlattım. Ben anlattıkça genç adam bana giderek daha da tanıdık geliyordu. Bir yarım saat sonunda elimdeki iki kişilik konferans davetiyesini uzattım ve dükkandan ayrılmak üzere izin istedim. “Dedenizle gelebilirseniz gerçekten çok memnun olacağım” diyerek uzaklaştım.

Konferans günü, kalbim öyle hızlı ve yüksek sesle çarpıyordu ki acaba dışarıdan duyuluyor mudur diye bir an şüphelenmiştim:) Saat yaklaştıkça heyecanım artıyor, hayatımı oluşturan güzelliklere, güzel insanlara minnetimi gösterebilme düşüncesi de mutluluğumu ikiye katlıyordu. Tam salonda yerimi almak üzere kapıya yönelmiştim ki, birden arkamdan yaşlıca bir ses adımı seslendi. Gözlerim dolu dolu sesin sahibini hemen tanımıştım: “Monsieur Jean” Evet, ta kendisiydi. “Yoksa seni bu kadar önemli bir gününde yalnız mı bırakacağımı sandın?” dedi. Evvelsi gün dükkanda karşılaştığım genç adam pırıl pırıl bir ifadeyle bana kıcaman bir buket turuncu gül uzatırken “Bu güller, en az sizin kadar hayranlık uyandırıcı. Onlar değerini bilenlerin elinde çok daha güzeller.” dedi.

Artık gözyaşlarımı tutamıyordum. Yaşlı adamın boynuna sarıkdım.“Çok teşekkür ederim, herşey sizin sayenizde"dedim. O an mikrofondan ismim anons ediliyordu. Konuşma sıram gelmişti bile. Elimde turuncu güllerimle kürsüye doğru ilerlerken aklımdan geçen tek düşünce "çiçekler, hele de turuncu güller gerçekten en sevdiklerim” 
olduğuydu.

Eski, sarı ve tozlu bir kitabın sayfalarında tanıştığım güller, hayatımda yepyeni, capcanlı renklerle dolu adeta rengarenk, pırıl pırıl, tertemiz bir geleceğin yapı taşları olmuşlardı. Alkışlar arasında konuşmamı bitirdiğim cümlem, bir ölçüde hayatımın özetiydi: “Une vie entre les roses c'est la vie en rose” (Güller arasında yaşanılan bir hayat, tozpembe bir hayattır.)

Aynalar ve sırları...

Aynalar ve sırları…

Kalabalık, karanlık, aynalar

Bu çarşıyı çok seviyordum. Annemin beni elimden tutup gittiğim her farklı gün, sanki ben farklı bir masal kahramanının masalını yaşıyordum. Baharat kokuları, dükkanların renk cümbüşü, esnafların bağırışları… Hepsi beni adeta büyülüyor, Şehrazat'ın binbir gece masallarına taşıyordu. Seneler sonra yeniden döndüğümde farkettim ki ben hala bu çarşıyı çok seviyorum.

Çocukluğumun çarşı gezilerine dair en önemli anlamı “Numi Dedemin sırlar dünyasıydı”. Benim için çarşı, nasıl kendi aynaları ile özdeşleştiyse Numi Dedemle özdeşleşiyor, anlam kazanıyordu. Numi Dede ki gerçek ismi Numan idi, çarşıdaki bir ayna ustasıydı. Aynaların dilinden anlar adeta onları dile getirir, insanlara aynalarda ne görmek isterlerse onu gösterirdi.

Çarşı, her gün ve günün her saati kalabalık olurdu. Dar geçitlerinde sıralanmış küçük dükkanları arasında gelenler, gidenler hiç eksik olmazdı. Çarşıda hep bir curcuna, hep bir cümbüş olurdu.

Annemle birlikte yine gezmeye geldiğimiz bir gün hatırlıyorum çok susamış, yorulmuştum. Numi Dedem bize su ikram etmiş, bir tabure uzatmıştı azıcık soluklanmamız için. Küçük dükkan karanlıkçaydı, loş ortamda sadece ustanın çalıştığı masanın kenarında işlediği cam levhalardan gökkuşakları çıkmasına sebep olan küçük bir çalışma lambası yanıyordu.

Lambanın karanlık dükkana yaydığı gökkuşaklarının büyüsünün küçük bir çocuk üzerinde yarattığı etkiyi farkeden usta gülümseyerek “Numan Dede'nin sihirli lambası, çok güzel değil mi?” diye sordu ve “sana aynaların sırrını öğreteyim ister misin?” diye ekledi.

Aynalar… Demek aynaların her birinin sırrı vardı. Çocuk aklımla yaptığım bu keşif, seneler sonra geldiğim bu çarşıda çocukluğumu ararken bana aslında aynaların değil de aynalara bakan her insanın bir sırrı olduğunu, ve her aynaya baktığında gördüğünü değil de görmek istediğini aradığını düşündürdü.

İşte Numi Dedemin bu teklifi çocuk beni çok heyecanlandırmış, ve o günden sonra çarşı ziyaretlerimizin sayısını bir hayli arttırmıştı. Adeta aynacılık kursuna gider gibi her haftasonu Numi Dede'nin dükkanına gitmek için ısrar ediyor, çarşının kapısından içeri girdiğimiz andan itibaren de o kalabalık, insan ve renk cümbüşü bana “sırlar dünyama” gidinceye dek eşlik ediyordu. Düşünsenize kalabalık, dar, karanlık sayılabilecek loş sokaklardan geçen küçük bir çocuğun “gökkuşağı dükkanına” ulaşması nasıl da masalsı bir serüvendi.

İşte Numi Dedemin ayna dükkanına gidip gelmem böyle başladı. Yaşım biraz daha büyüyünce artık tek başıma da gidiyor, anne ve babamın yaptığım bir yaramazlıktan ötürü bana kızacaklarını düşündüğüm her fırsatta da “sırlar dünyasına” sığınıyordum.

İlk dersim her aynanın varolan sırrının aslında özünde sadece cam bir levha olan parçanın arkasına önceleri gümüş sonraları alüminyum ya da civa amalgamlardan oluşan incecik metal bir tabakanın sürülerek yüzdeyüz görüntüyü yansıtabilme özelliğine kavuşturulmasıydı.

Şu yaşımda düşünüyorum da cam levhadan ayna olmaya yaşanılan süreç aslında her birimiz için de geçerli. Zaman içinde yaşadığımız, gördüğümüz ve öğrendiğimiz her şeyden kendimize ekleyebileceğimiz sayısız renk var. İşte hepsinin biraraya gelmesiyle de hepimizin yüreğinde engin ufuklara doğru uzanan, ortaya çıkan gökkuşakları olduğu… Aynalarda karşımıza çıkan renkli, cıvıl cıvıl kalabalık insan portrelerinin varlığı…

“Ya evlat, gördün mü işte alt tarafı cam deyip geçmeyeceksin, küçücük bir dokunuşla bak nelere sebep oluyor?” demişti Numi Dedem. Dükkanına her gittiğimde rengarenk ışıklar yansıtan aynaların ardından öğreneceğim çok dersler varolduğunu biliyordum.

Renkler, kalabalık, yansımalar, aynalar arasında pek çok sene geçti. Edindiğim dersler arttıkça büyüyor, büyüdükçe de farklı konularda edindiğim dersler artıyordu. O gün, yine koşar adım ustamın dükkanına doğru ilerliyordum. Ama her günden farklı, her masalsı yolculuktan farklı bir his vardı içimde. Oysa ki bugün Numi Dedeme Güzel Sanatlar Akademisi'ne kabul olduğumun müjdesini verecektim. Ustam bana hep"Güzel olanı sevmekten vazgeçme, güzel olana bağlanmaktan korkma" derdi. Eminim bu haberime çok sevinecekti. Anlam veremedim. Zaten çarşı da bugün herzamankinden daha boş gözükmüştü gözüme. Yaz sıcağını aratmayan sıcak bir sonbahar günüydü. Herhalde sıcaktan dedim tuhaf halimin sebebi kendi kendime.

O kadar anlamsızlaşmıştı ki her gördüğütm, her duyduğum, kulağıma gelen “Numan Usta… yok artık… gitmiş… çok uzaklara…” kelimeleri bile hiçbir şey ifade etmemiş, ancak ayaklarım otomatik olarak adeta bir refleks gibi beni “sırlar dükkanından” tam ters yöne götürmüşlerdi. Giden kimdi, eksilen neydi hiç anlayamamıştım.

İşte çook seneler sonra yine sıcak bir sonbahar gününde yine ayaklarım refleks olarak beni, o en küçük yaşımda dilimin dönmediği için Numan diyemeyip Numi dediğim ve aynalarından yansıttıklarıyla hayatımı renklendiren ustamın “sırlar dükkanının” önüne kadar getirmişlerdi. Dükkanın kapısı aralıktı. Loş odadan dışarıya çok ince bir ışık süzülüyordu. İçeriye girdiğimde herşeyin yerli yerinde olduğunu görmek beni çok şaşırtmıştı. Herşey tanıdık, herşey bilindik… Sanki Numi Dedem de lambasının ardından kafasını uzatacak “Hoşgeldin evlat, gel otur bakalım aynanın bugünkü sırrı neymiş öğrenelim” deyiverecekti. 

Bekledim… Hem de sanırım uzunca bir süre. Hava artık kararmaya başlamış, dükkanın aralık kapısından içeri süzülen gün ışığı yerini komşu dükkanların vitrinlerini aydınlatan ışıklarına bırakmıştı. Tam yerimden kalkmış, ardıma bırakacağım dükkana son bir göz atıyordum ki ardımda neşeli, çok renkli bir ses tonu duydum:“Merhaba, sanırım siz Numan Usta'nın bana çokça anlattığı çırağısınız. Size rastladığıma çok memnun oldum. Benim adım Gizem”. “Evet, sanırım” diyebildim, içimden Numi Dedeme teşekkür ederek. Bana hayatın yepyeni bir gizemini tanıttığı, güzel bir sırrını daha çözdürdüğü için “ben de çok memnun oldum”

Alelade bir cam, küçücük bir dokunuşla içerisinde tüm renkleri toplayarak hayatı bize yansıtmak üzere aynaya dönüşebiliyorsa, bizler de, her birimizin elinde birer sihirli lambamız varmışçasına hayatlarımızı küçücük dokunuşlarla rengarenk gökkuşaklarına dönüştürebiliriz bence, ne dersiniz?:)