19 Mart 2016 Cumartesi

Yazının yazısı

Herşey o kadar ani oldu ki bir anda hem de hiç beklenmedik bir anda... Kendim de şaşırdım. O kadar şaşırdım ki sizlere bir merhaba bile diyemeden girdim okuduğunuz satırların arasına. Adeta kapı çalmadan bir odaya girmiş hatta odada bulunanları selamlamadan yoluna devam etmiş gibi hissettim kendimi. Bu satırları kendime aracı bilip sizlere selam ve saygılarımı iletmek istedim.

Bugüne kadar yazı yazmanın benim için bu kadar önemli ve hayatımın vazgeçilmez bir parçası olduğunu bilmiyordum. Evet yazı yazmayı seviyordum ama karşımdakilere de duygu ve düşüncelerimi böylesine derinden aktarabildiğimi hiç düşünmemiştim. Aslında itiraf etmeliyim ki yazdıklarımı da hiç kimseyle paylaşmamıştım bu güne dek...


Ancak farkettim ki sözcükler de "paylaştıkça artıyor, katlanıyor ve daha da anlamlı" bir bütüne dönüşüyorlar. Hani denir ya insanlar konuşa konuşa anlaşırlar... Doğru hem de çok. Konuşmasını, anlatmasını ve tabii bir de anlatılanı anlamasını bilene. Acaba bizi anlamayanlara kendimizi anlatmayı bir de yazarak mı denesek??:)

Yazmak... Kelime kökü yaz-ı... Bana ilk çağrıştırdığı şu an yaz oldu tıpkı mevsim gibi. Belki çocukluğumdan aklımda kalan tekerleme yüzünden:)) ( yaza yaza yaz geldi.) Kıpır kıpır, cıvıl cıvıl enerji dolu... Yazmak insanın aklından, kalbinden geçeni içinden geldiği gibi yazması yazabilmesi ve bunu dilediğince yazadurması:)) yok yaza- durmak sadece fiilde kalsın, Yazılar hiç bitmesin ki insanlar arasında nice güzelliklerle sağlam ilişki köprüleri kurulsun.

Hayatta tesadüflere inanır mısınız? Hani insan şaşar, tesadüfün böylesi der. O anda orda bulunmak, o anda o kişiyle karşılaşmak. O anda o sözü söylemiş bulunmak ve hatta o anda o yazıyı yazmış olmak. Hepsi bir tesadüf olabilir. Ama o tesadüfleri hayatımızın bir parçası yapabilmek işte o bizim elimizde. Demek ki bizim tanışma hikayemiz de böyle olmuş oldu. Tesadüf eseri. İlk tanışmadaki parfümün yarattığı etki gibi bu hikayede de satırlar,  ilk izlenimi veren ve sonradan hep hatırlatacak olanlardı. Hayat serüveninde türlü "tesadüflerin" bizi çeşitli "satır aralıklarında" buluşturmasını diliyorum. 

Önce ses vardı, sonra sözcük oluştu, sözcükler yanyana geldiler söz oldular vee sözler yazıya döküldükçe de hayat buldular. Hep varoldular, paylaşıldıkça ise de hayat verdiler. İşte hayatı güzelleştirmek için bu noktada bize düşen görev, cümlelerimizi güzel sözcüklerle kurmak, güzel sözler paylaşmak😉, böylelikle güzel ilişkiler kurmak, hayata kendimizden güzel anılar bırakmak, Baki gibi " Bu gök kubbede bir hoş sada olmak"...:)😉

Karanlıkta diyalog

Karanlıktan korkar mısınız? Belki bir kısmınız evet bir kısmınız hayır diyecektir. Bana sorarsanız sanırım ben "artık korkmamayı öğrendim."  Benim asıl merak ettiğim karanlıktan korkanların “neden” korktukları. Neden derken korkularının sebeplerinden çok ki bu, bence herkese göre farklılaşabilir, tam olarak ne'den korktukları.

Karanlığa hepimizin yüklediği anlam farklı. Kimimiz çocukluktan kalma bir ürkme, kimimiz bir bilinmezlik olarak alırken karanlığı, kimimiz ise arkasına saklanarak görünmez olmaya çalıştığımız bir kalkan olarak görüyoruz. Bizi korkutan karanlık değil emin olun: bilinmezlik. Karanlık gerisini bilemediğimiz, bize ne sağlayacağını kestiremediğimiz, risk almaya cesaret edemediğimiz kısacası ardını “göremediğimiz” durumları kapsıyor aslında…

GÖRMEK… Bakarak görmek mi yoksa görerek bakmak mı? Sadece görmek peki yeterli mi? Peki ya diğer duyularımız? Herhangi birini bir diğerine tercih etmek mümkün mü düşünülebilir mi hiç? Hadi gördük gördüğümüzü duymaz, koklamaz, tatmaz ya da hissetmezsek biz “tam” olur muyuz? Evet bize kalsa tamızdır çünkü biz görüyoruzdur… Ama gördüklerimizin yanında göremediklerimizi unutmuyor muyuz?

 
İşte karanlıkta diyalog sergisini ilk okuduğumda aklımdan geçenler bunlar olmuştu. Sergi, dünya üzerinde 135 kentte 8 milyondan fazla kişiye ulaşmıştır. Karanlıkta Diyalog, İstanbul Social Enterprise tarafından Aralık 2013'te İstanbul'da kapılarını açmış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğini yaptığı proje, ana sponsor Turkcell ve İstanbul Ulaşım AŞ'nin destekleriyle Gayrettepe metrosunda halen ziyaretçilerini ağırlamaya devam etmektedir. 

Özünde anlatılmak istenen aslında beş duyumuzun hepsiyle bizim bir bütün olduğumuz ve yaşamın böylelikle beş beşlik(!) güzel ve anlamlı olduğu.


Tamamen karanlıkta, görme engelli,rehberler eşliğinde yapılan bir İstanbul gezmesi… Kimilerinizin 'ay, yok nasıl olur ben dayanamayabilirim" dediğini duyar gibi oluyorum. Ama inanın bunun bir deneyimleme olduğunu kendinize hatırlatarak, en azından çok değil küçük bir zaman dilimini karşınızdaki "farklıyı" tanımaya, anlamaya ayırabilirsiniz belki de. 

Orhan Veli bile “dinlemiş İstanbul'u gözleri kapalı” Şiirini her okuduğumda adeta denizin kokusu burnuma geliyor, martıları duyar gibi oluyorum uzaktan. Yaşamın bize hissettirdikleri bir anda çeşitleniyor bambaşka diyarlara götürüyor. O diyarları merak edeni, “görmek” isteyeni tabii. İnsanlar genelde bakarken görmeyi tercih ediyorlar. Böylesi çok daha kolay… Hiç zora girmeden, hiçbir sorumluluk almadan kimseye bağlanmadan yollarına devam etmeyi seçiyorlar.

Oysa, "göremediğimiz" bir durumla karşı karşıya kalırsak önce durumumuzu netleştirmek için öğrenmeli, bilemediğimiz durumlarda fikir almalı, yardım rica etmeli, tüm cesaretimizi toplayıp(!) karşımızdaki insana güvenmeliyiz. Güven duygusu… Adeta günümüzde yokolmaya yüz tutmuş gibi. İnsanlar adeta karşılarındakilere güvenmedikleri gibi karşılarındakilerin de kendilerine güvenmemelerini isterler. 

İşte sergi bir yandan beş duyumuzla yaşamayı bize öğretirken bir yandan da bizlere unuttuğumuz güven duygusunu hatırlatıyor.

 
Kimin neye nasıl baktığı ve tam olarak neyi niçin gördüğünü anlamak çok zor. Bu durum tamamen isteğe bağlı gelişiyor sanırım. İnsan önce bakmak istemeli, sonrasında da ne gördüğünü algılamak anlamak istemeli. İletişim işte tam da o anda karşılıklı farkındalık sonucunda kuruluyor. Hiç düşündünüz mü hayatın akışı içerisinde karşılaştığınız tuhaf, farklı herhangi bir durumun açıklamasının " afedersiniz çarptım ama sizi farkedememişim" ya da " kusura bakmayın eliniz havada kaldı sanmayın ki tenezzül etmiyorum elinizi algılayamamışım" veya " selam vermedim size evet ama sandığınuz gibi ben ukala bir insan değil görme zorluğu yaşayan biriyim" olabileceğini hiç düşğnmeden karşımızdakine kızmadan önce...

Peki iletişimin kurulduğu noktada etrafın aydınlık ya da karanlık olmasının bir önemi var mıdır? Karşılıklı farkedilince aydınlanmaz mı insanın içi, bir insanı karanlıktan aydınlığa taşımak bizim elimizde değil midir? Onu içinde bulunduğu karanlıktan çıkarmak bizi de daha aydınlığa götürmez mi? Ya da karanlıkta olduğumuzda bize uzanan bir eli tutmak bizi aydınlık güzelliklere ulaştırmaz mı?

Bu o kadar zor birşey mi? Günümüzde paylaşılan bir derdin sözcükleri, istenilen bir yardımın sesi  havada asılı kalsbilir uzun süre hiç duyulmadan sadece tarafların hayatlarını zora sokmamak için. Böylelikle zaman içerisinde diyaloglar adeta sessiz, renksiz, cansız monologlara dönüşebilmektedir.

Zor olan insanın sevdikleri ile synı anda aynı yöne bakabilmesi ortamını apaydınlık yapabilmesidir. Böylelikle "sevmek birlikte aynı yöne bakmak olacaktır". Bir düşünün, eminim siz de benim gibi size her karanlıkta kaldığınızda ışık olacak insanlar bulacaksınız yanıbaşınızda. 



İşte kendimizde “farkındalık” yaratmak için karanlıkta başlayan bu diyalog, aslında bize hayatın ta kendisini öğretiyor: gördüklerimize gönül gözüyle de bakmayı, karşımızdaki insanları can kulağıyla dinlemeyi, yaşadığımız her anın tadını çıkarmayı, hayatı içimize çekip tüm benliğimize sığdırmayı, iç sesimize de kulak verip sevgiyle yüreğimizin götürdüğü yere gidebilmeyi…






14 Mart 2016 Pazartesi

BÜYÜK HARFLERLE AŞK...

Anlatacağım eşi benzeri olmayan bir aşk hatta aşktan da öte bir sevgi(li) saygı(lı) yaşam öyküsü
... 

İki insan düşünün birbirlerine hep gülen gözlerle bakmış sevgi sözcükleri ile hitap etmişler.  İki insan düşünün ki son anlarına dek sessizliklerinde bile hep aynı sözcükleri düşünmüşler. Anlatacağım işte böylesine bir uyumunn böylesine içten sıcacık bir sevginin hikayesi...

"Sevmek birbirine bakmak değil birlikte aynı yöne bakmaktır." Dostoyevski

Bundan tam 65 sene önceydi genç kadınla adamın tanışmaları. Genç kız 18 yaşlarında duru bir su kadar güzel güzel bir çiçek kadar narin. Genç adam ise 20li yaşlarının başında en delikanlı çağındaydı. Verilen ilk randevuda hikayeleri, bir "zaman aksamasıyla" başlamış ve babasının muhallebici dükkanından yorgun dönüp uyuyakalan genç adamı merak edip evine kadar gelip soran genç kızın birbirlerine "zamanötesi" bağlanmalarına neden olmuştu. 
Genç kız genç adamı ilk gördüğü anda ilk aklından geçenler genç, uzun boylu, okumuş, kültürlü olduğu olmuştu. Genç adam ise işte evlenmek isteyeceğim genç kız demişti. İşte bu iki genç insan ışıl ışıl bir ilkbahar günü fonda "papatya gibisin beyaz ve ince, ruhum eziliyor seni görünce" eşliğinde sonsuza dek birarada olmaya söz vermişlerdi. (Belki de bu şarkının anlamını kendi dünyalarına öyle katmışlardı ki en son ana dek birbirlerine "ruhum" diye hitap edip, sanki iki kişilik yaşamlarını tek bir bütün halinde sürdürmüşlerdi.)

65 senelik bir beraberlik... Her anı birlikte güzel anlarla yaşanmış koskoca bir ömür...

İlk seneler pırıl pırıl bir bahar sabahının ilk ışıklarının güne doğuşu gibi ışıltılı bir başlangıç oldu genç çift için. Neşeli eğlenceler, dostlarla beraber kahkahaların çınlattığı keyifle kurulan sofralar, keşfedilen yeni diyarların açtığı yepyeni ufuklar... Kızlarının doğumu ile kendi hayatları da yepyeni bir boyut kazanmış sımsıcak yuvaları şenlenmişti. 
Seneler geçiyor, farkına varmadan yaşam acısıyla tatlısıyla devam ediyordu. Gençler an gelip ardlarına baktıklarında adeta birbirlerinin sakin limanları olduklarını görmüşler, zaman içinde birbirlerinin "eşinden" öte bazen anne bazen babaları olduklarını farketmişlerdi.

Kızlar artık büyümüş, evlilik hazırlıklarına başlamışlardı. Fotoğraflar artık daha kalabalık, gülen yüzlerin sayısı artık daha fazlaydı. Konular çeşitlenmiş, kutlamalar artmış, paylaşılan anları paylaşan, birbirine kenetlenmiş aile genişlemişti artık. Sabahın prıltısı masmavi gökyüzünde tam tepede gönülleri ısıtan sımsıcak öğlen güneşinin parlaklığına dönüşmüştü. 

iki kişilik yuvaları artık kocaman bir bütün olmak üzereydi. Üzereydi çünkü eksik olan tek parça bu mutlu puzzle'ın içinde minik torunların varlığıydı. Derken torunlar bu güzel hayatı taçlandıran unsurlar olarak bu eşsiz bütüne dahil oldular. Herşey artık üç kat şenlikli üç kat keyifli ve üç kat anlamlıydı. Çiftimiz kendileri için yaşadıkları hayatı artık çocukları ve en çok da torunlarını mutlu etmek için yaşar olmuşlardı. 

Bu nasıl bir an nasıl bir durum diye sorarsanız size o anın, okul dönüşü birlikte pişirilen elmalı tarçınlı kurabiyenin kokusunda, bütün sene birlikte kutlanıması beklenen doğumgününün, pastasının renklerinde ya da beraber süslenilecek Noel ağacının büyülü ışıklarının pırıltısında saklı olduğunu tarif edebilirim. Hani insanın hayatında anlar vardır hiç unutulmayan, hani çocuklukta çıkması sabırsızlıkla beklenen bir çizgi roman sayfasında, sabahın erken saatlerinden başlayarak arkadaşlarla sokakta oynanan oyunda, dinlenme saatinin bitmesi sabırsızlıkla beklenen saatlerde çam ağaçlarının yaprak hışırtılarında, akşam yemeği için kurulan mangala hazırlanmış köftelerin nefis kokusunda ya da ılık yaz gecelerinde uyumaya yüz tutmuşken uzaktan kulağa çalınan bir buzukinin namelerinde saklı... 

Nerden mi biliyorum?

Biliyorum çünkü... ben bu eşsiz ailenin bir parçası olan torunlardan biriyim. Beni ben yapan, bana hayata dair herşeyi öğreten, hayata karşı beni yetiştiren, bir duruş edinmemi sağlayan işte bu eşsiz insanlar...
Ben ailenin ilk torunuyum. Anneannem ve dedemle uzun seneler birarada arkadaşlık boyutunda bir ilişkimiz oldu. Onlar benim hem arkadaşlarım hem de dert ortaklarım  oldular. Her ikisi birarada... Taa ki bir gün ansızın dedem aramızdan bir kuş misali engin gökyüzüne doğru ayrılana dek...

İşte o an hayatımdaki yeri değişmez insanların ve bu insanların bana kattıklarının önemini yüreğimin en derininde hissettim. 

Hatta bu sevgi dolu sımsıcak aile bağı beni daha da eskilere diğer yarımı tamamlayan ancak onlarla arkadaşlığımız çok kısa bir zaman diliminde sınırlı kalmış babaannem ve dedemi de hatırlattı. Onlar da güzel ailemin tamamlayıcısı diğer eşsiz fertleriydi. Sevgi dolu saygı dolu bir başka hikaye de onlarıyki idi.

Genç kız yeni geldiği dilini, yaşayışını, hiç kimseyi bilmediği bir ülkeye üniversitede eczacılık okumaya gelmiş, yardıma en ihtiyaç duyduğu bir anda da yakışıklı sınıf arkadaşı genç adamı hayatının en merkezinde bulmuştu. Dönemlerine göre bu genç çift son derece modern, aydın, kültürlü bir hayata başlamışlardı. Onlar da birlikte öğrenmişler, birlikte çalışmışlar, birlikte bir hayat kurmuşlardı. Hayatta her mevsimin yaşandığı gibi çiftimizin hayatlarında da her mevsim yaşanmış, ancak kendilerinin hayatlarına kattıkları parlaklık günlerini hep aydınlatmıştı.

Benim onlarla tanışıklığım en küçük yaşlarımda olmuş ancak kendimi bildiğim bir yaşa geldiğimde onlar geride eşsiz bilgiler, paha biçilmez yaşam dersleri, görgü kuralları ve yaşama dair bilinmesi gereken her ne varsa öğretip öylece aramızdan ayrılmışlardı saygıyla, sevgiyle...



İnsanın hayatında herzaman aydınlığı bulması güne dair parlaklığı bulması tabii ki hep çok da kolay olmuyor. Ancak ben biliyorum ki günümün parlaklığını yaratan, güzel, çok kıymetli, değerli, eşsiz insanların oluşturduğu kocaman bir ailem var. Biliyorum ki gün bitip de geceye döndüğünde bile benim gökyüzüm hep yıldızlı olacak ve yıldızların derinliklerinde bile herzaman bana sevgiyle gülümseyecek, içimi ısıtacak yıldızlar olacak.

Dönüp ardıma baktığımda beni ben yapan bu insanları hayatımın her anında sevgiyle anıyor, yaşamımda varolanları sumsıkı sevgiyle kucaklıyor, onların benim hayatımın birer parçası oldukları için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu güzel ailenin bir parçası olmaktan her daim çok gurur duyuyorum.

İşte benim hayatımda da"Herşey bir insanı sevmekle başladı"