GÜLLERİN RENGİ: TURUNCU
Eski, Sarı ve Tozlu…
Yine aylardan Eylül olmuştu. Pırıl pırıl güneşli yaz günleri artık yavaş yavaş soluklaşmaya, sararmaya başlamışlardı. Sararıp, solan sarı yapraklar, yemyeşil, çok renkli çiçekli yaz örtüsünün yerini almaya hazırlanıyorlardı. Ve yine aynı sarı yapraklar yere döküldüklerinde aralarından her geçenin ayak sesleriyle çıkardıkları hışırtıyla herkesi selamlıyorlardı.
Sonbaharlar hep hüzünlü olmuştur. Artık sarı renginden mi, sonbaharda gökyüzünün ılıklaşan hava şartlarıyla bulutlanması ile adeta sararmasından mı bilinmez ama sonbaharlar hep hüzünlüdür. Sonbahar manzaraları adeta hep eski, sararmış, tozlu rafların en dibinden aranmış ve artık neredeyse ümit kesilmişken ortaya çıkan bir fotoğraf karesini anımsatırlar.
İşte yine aylardan Eylüldü. Tüm bu sarı manzaranın içinde kendimi, elimde eskilikten sararmış bir fotoğraf çerçevesine bakarken buldum. Fotoğraf sarardığı için mi eskimişti, yoksa eskidiği için mi sararmıştı tam olarak bilemiyordum, ancak bana hissettirdiği duygu, hüzün, özlemle karışmış mutluluktu.
“Şu an keşke o yıllara geri dönebilseydim” diye içimden geçirdim. Fotoğrafta büyükbabam ve ben yüzlerimizde kocaman bir gülümsemeyle şu an gölgesinde serinlediğim ağacımı dikiyorduk. Takvimler eskiyi gösteriyordu ancak o günkü heyecanımı, bir ağaca can vermenin mutluluğunu aynı biçimde bugün yine yüreğimin en derininde hissettim. Öyle keyif almıştım ki o gün, Büyükbabam bunu farketmiş olmalıydı ki beni elimden tuttu çatı katındaki kütüphaneye götürdü. Onca kitabın arasından tozlu rafların gerisinde kalmış “Çiçeklerin renkli dünyası” isimli kitabı bana uzattı.
O günden başlayarak da her gün uzunca bir süre kitabımın sararmış sayfalarının arasında vakit geçiriyor, çiçeklerin resimlerine bakıp her çiçeğe bir duygu yüklüyordum. Mesela salkım söğüt ağacının çiçeği, “yaklaş sana anlatacaklarım var, sır tutar mısın?” der gibiyken, laleler, “affet beni bir hata yaptım, kırdım seni"diyor, güller ise karşılıklı sevgiyi simgeliyorlardı benim için. Çiçekler, bitkiler ve hatta ağaçlar benim işte o dönemki emojilerimdi adeta:)
Başka bir deyişle çiçek ve bitkiler bir süre sonra hayatımın çok önemli vaageçilmez birer parçası haline gelmişlerdi. Ve işte şu an bu bahçede elimdeki fotoğrafa bakarken kendimin bana göre en keyifli mesleği yapabiiği için ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Ben bir peyzaj mimarıydım ve "Çiçeklerin renkli dünyası” içerisinde yeralmak, bitkilerin söylediklerine kulak verebilmek ve doğayı günlük hayata dahil edebilmek beni çok mutlu ediyordu. Bir bahçe, bir park yaptığım düzenlemelerle can buluyordu. Çiçekler mekanları renklendirdikçe hayatlarımızın da renklendiğine olan inancım her geçen gün daha da artıyordu.
Tüm bu duygu ve düşüncelerimden çalan telefonun sesi ile sıyrıldım. Telefondaki ses beni Aralık ayında Paris'te düzenlenecek olan “Çiçeklerin renk verdiği hayatlar” konferansına konuşmacı olarak davet ediyor, benim düzenlediğim mekanlarda sıkça dekor olarak kullandığım turuncu güllerin “hikayesini” bu sefer de benden dinlemekten çok memnun olacağını belirtiyordu. O an çok heyecanlanmıştım. Aralık ayında, yeni yıl arifesinde yepyeni umutlarla dolu Paris… üstelik bir de yanımda en sevdiklerim, çiçeklerim de olacaklar… Bu fırsatı değerlendirmeliyim diye düşündüm. Kibarca tekliflerinin beni çok mutlu ettiğini ve dedikleri tarihte aralarında olacağımı bildirdim.
Defalarca gitmiştim Paris'e… Hem gezmeye hem de eşsiz parklarını, bahçelerini, sayısız düzenlemeyi görmeye, hepsinden birEski, sarı, tozlu, gül, turuncuşey öğrenmeye. Öğrennek evet hem de çiçeklerden. O en küçük yaşlarımda büyükbabam bana “Her çiçeğin bir hikayesi var, sen hepsi ile ayrı ayrı sevgiyle ilgilenmeli, sana anlatmak istediklerini dinlemeli, anlamaya çalışmalısın. Anladıkça, hissettikçe göreceksin onlar da senin dünyanı renklendireceklerdir.”
Hikayeleriyle beni sanırım en çok etkileyen turuncu güller oldu. Bahçemizde ilk turuncu gül açınca hemen yanına koşmuş ve büyükbabama dönerek “Büyükbaba gördün mü bizim onu ne kadar çok sevdiğimizi anladı. Bak, benim için en sevdiğim renk olan turuncuya dönüştü”. Tabii ki büyükbabam ekilen gülün renginin zaten turuncu olduğunu biliyor ve küçücük bir kız çocuğunun çiçeklerle ilgili hayallerini kırmamak, bozmamak için beni doğrular gibi onaylayarak başını sallamıştı. O gün anlamıştım ki turuncu güller en sevdiklerimdi.
Seneler geçtikçe çiçekler hakkındaki bilgim artıyor, eski kitaplarla dolu tozlu çatı katından edindiğim o kitap, adeta beni rengarenk diyarlara götürüyordu. Artık biliyordum: turuncu gül, büyüleyici güzellik, hayranlık sembolüydü. İnsanda takdir etme, böylesi bir güzelliği yaşattığı, paylaştığı için de teşekkür etme isteği, minnettar olma duygularını uyandırırdı. Ben de beni büyüleyen turuncu güllerle tanıştırdığı için büyükbabama sonsuz minnet duymaktaydım. Turuncu güller adeta çalışmalarımın birer simgesi haline dönüşmüşlerdi.
İşte aylardan henüz Eylüldü. Mevsimlerden sarı sonbahardı, elimde de eski, tozlu bir fotoğraf… ama benim için ifade ettikleri paha biçilmezdi…
Aylar geçmiş, Aralık tüm ümitleri, yeni yıl telaşı ve her birimiz için her yeni günün hazırlsdığı gibi sürprizlerle gelip çatmıştı. Ben ise Paris'e gidecek olmanın heyecanı içerisindeydim. Paris… herkesin rüyalarını süsleyen görkemli şehir… aşıklar şehri… Benim için bir başka anlamı da çiçeklerimle ilgili daha ilk öğrencilik yıllarımda yapmış olduğum ilk gezinin rotası, bana yol gösteren ilk şehrin Paris olmasıydı. Şehir benim için evet çok önemli, bir başka güzeldi hiç kuşkusuz ama asıl benim için çok daha anlamlı olan, bu şehirde bana rehberlik eden, büyükvabamın candostu olan “çiçek ustası"Monsieur Jean'dı. Monsieur Jean bana gülleri tanıtmış, bana gülleri anlatmış, bana gülleri öğretmiş ve bana gülleri çok sevdirmişti, Merak ediyordum, acaba kendisini aynı dükkanda, yerli yerinde bulabilecek miydim?
Hayal meyal hatırlıyorum: ismi "La vie en rose” idi. İçerisinde güllerle ilgili aklınıza gelebilecek her türlü ürün, eşya bulunabilirdi. Kurutulmuş güllerle bezenmiş cam vazolardan tutun da gül motifli tahta tepsilere, gül ağacından yapılmış oymalı sehpalardan, gül özlü sabunlara aklınıza artık ne gelirse.
Aralık ayında Paris hep canlı, hep çok renkli olmuştur. Bu Aralık'ta da ortalık cıvıl cıvıldı. Yılbaşı öncesi caddeler sanki biraz daha kalabalık, sanki daha da şenlikliydi. Dükkanın olduğu mahalleye Montmartre'a doğru ilerlerken adeta bir çocuk gibi neşeliydim. Eskiden kalma çok tanıdık bir duygu kapladı yüreğimi: Hayatımdan mutluydum hem de çok…
Bir an hızlı adımlarım yavaşladı. “La vie en rose…” Farkettim dükkanın tabelası aynı yerinde duruyordu. Yavaşça aralık kapıdan içeri süzüldüm. Dükkan eskiydi…Rafları tozluydu… En üst rafın üzerinde adeta kırılmasından çekinilerek en tepeye konmuş, her şeyden sakınılarak korunmuş izlenimi veren sararmış bir fotoğraf çerçevesi gözüme ilişti. Fotoğrafta iki genç adam bir gül fidesinin başında neşeyle birbirlerine sarılmışlardı. O an gözlerim doldu. Fotoğrafın sağ köşesinde yer alan delikanlı büyükbabamdan başkası değildi. Ve fotoğrafın zamanı muhtemelen benimle birlikte diktiği ağaçla aynı tarihti, aynı senelerdi… Her şeyin başladığı tarihti. Yanındaki arkadaşı da hiç kuşkusuz dilinden düşürmediği kadim dostu, ve bu dükkanın sahibi olmalıydı.
Yüzümde tüm bu güzel anıların yarattığı sıcacık bir gülümsemeyle dalmışken, tozlu tezgahın ardından bir çift göz bana bakarak, “Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “Fotoğraftaki beyi arıyordum” dedim umutla. Genç adam olduğu yerde doğruldu: “Siz, dedemi nereden tanıyorsunuz, kendisi artık pek evden çıkamıyor da” dedi hüzünlü bir ifadeyle. “ Ben gülleri çok seviyorum, dükkanı eskimeye terk etmek istemedim, artık ben ilgileneceğim gülleriyle” diye ekledi ümitle.
O an yüreğim sımsıcak sevinçle doldu. Demek hayatta halen çiçekleri seven, onlara kulak veren, anlamayan çalışan, onların renkli dünyasıyla kendi dünyasını da renklendirebilen insanlar vardı. “Merhaba” dedim, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle. “Ben de bir gül sevdalısıyım” deyip kendimi tanıttım, kim olduğumu, nereden ne için geldiğimi, büyükbabamı anlattım. Ben anlattıkça genç adam bana giderek daha da tanıdık geliyordu. Bir yarım saat sonunda elimdeki iki kişilik konferans davetiyesini uzattım ve dükkandan ayrılmak üzere izin istedim. “Dedenizle gelebilirseniz gerçekten çok memnun olacağım” diyerek uzaklaştım.
Konferans günü, kalbim öyle hızlı ve yüksek sesle çarpıyordu ki acaba dışarıdan duyuluyor mudur diye bir an şüphelenmiştim:) Saat yaklaştıkça heyecanım artıyor, hayatımı oluşturan güzelliklere, güzel insanlara minnetimi gösterebilme düşüncesi de mutluluğumu ikiye katlıyordu. Tam salonda yerimi almak üzere kapıya yönelmiştim ki, birden arkamdan yaşlıca bir ses adımı seslendi. Gözlerim dolu dolu sesin sahibini hemen tanımıştım: “Monsieur Jean” Evet, ta kendisiydi. “Yoksa seni bu kadar önemli bir gününde yalnız mı bırakacağımı sandın?” dedi. Evvelsi gün dükkanda karşılaştığım genç adam pırıl pırıl bir ifadeyle bana kıcaman bir buket turuncu gül uzatırken “Bu güller, en az sizin kadar hayranlık uyandırıcı. Onlar değerini bilenlerin elinde çok daha güzeller.” dedi.
Artık gözyaşlarımı tutamıyordum. Yaşlı adamın boynuna sarıkdım.“Çok teşekkür ederim, herşey sizin sayenizde"dedim. O an mikrofondan ismim anons ediliyordu. Konuşma sıram gelmişti bile. Elimde turuncu güllerimle kürsüye doğru ilerlerken aklımdan geçen tek düşünce "çiçekler, hele de turuncu güller gerçekten en sevdiklerim”
olduğuydu.
Eski, sarı ve tozlu bir kitabın sayfalarında tanıştığım güller, hayatımda yepyeni, capcanlı renklerle dolu adeta rengarenk, pırıl pırıl, tertemiz bir geleceğin yapı taşları olmuşlardı. Alkışlar arasında konuşmamı bitirdiğim cümlem, bir ölçüde hayatımın özetiydi: “Une vie entre les roses c'est la vie en rose” (Güller arasında yaşanılan bir hayat, tozpembe bir hayattır.)